Tereyağlı kızarmış ekmek kokan yazı

Güncelleme Tarihi:

Tereyağlı kızarmış ekmek kokan yazı
Oluşturulma Tarihi: Eylül 20, 2006 17:48

Kollarım külçe gibi ağır. Alarm çalmadığına göre, kalkma vakti gelmemiş demektir, değil mi ama?

Kaç dak’kam kaldı diye bakıp, keyfimi kaçırmanın âlemi yok.

Terlemişim. Ensemdeki saçlar ve başımı koyduğum yerde yastık ıslak.

Sırtımı dönüyorum. Pikeye biraz daha sarılıyorum. Batan gözlerimi yumuyorum.

Nasıl tatlı bir uyku, öyle bir haz ki, bitmesin, uykuya geçmek istemiyorum.

Ayıptır söylemesi hani... neyse, yüzüm tutmayacak.

Hani zevk bitmesin istersiniz ya, işte öyle!

*

Okul yıllarında anacığıma eziyet ederdim, “Beni bir yarım saat önce dürtükleyin de, kalkma saatine kadar keyif edeyim” diye.

Gerçi eskiden soba vardı evlerde. Siz buz gibi odada, sıcacık yorgana sarılmış yatarken...

İncecik ama sıcacık yünlü yorgan, dışı çiçeklisi makbul ama illa, illa hıtır hıtır Kastamonu bezi çarşafla kaplı...

Siz buz gibi odada, sıcacık yorgana sarılmış yatarken, uykuyla uyanıklık arası o haz çizgisinde (Ertuğrul Özkök gibi döktürdüm yine), derinden, uzaktan, tıkır tıkır ananızın, ninenizin ayak sesleri...

Soba ateşlenir, demlik (ve iki dilim portakal kabuğu) üstüne koyulur, kapak açılır ve ağzına dikkatlice (ki sık sık içine düşer) iki dilim ekmek yerleştirilir...

Sobanın sıcağı ağır ağır yanaklarınıza vurur, yanık odunla karışık kızarmış ekmek kokusu odaya yayılır...

Zaten gözünüzü açmak istemezken, çaydanlığın sesi büsbütün uyku verir insana...

Sabırla bekler ananız, nineniz başucunuzda; elinde (ısınsın diye sobaya tuttuğu, soğumasın diye göğsüne bastığı) bir hırka...

Sabırla...

*

Anna’nem neredeyse otuz sene var ki gitti. Baba’nem seneye on yıl olacak.

Anamın evinde yaşamıyorum çoktan.

Karım, güzeller güzeli, üstüme titriyor benim.

Ama zaman zaman içim böyle cızz ediyor işte:

Çocukluğumu özlüyorum, torunluğumu...

Ben büyüdüm. Artık okula gitmiyorum.

Evde soba yok.

Su, ‘ketıl’ midir nedir, onda ısınıyor.

Çay demlenmiyor, üstünüze afiyet ‘bandırılıyor’.

Dilimli tost ekmeği yiyoruz; kolesterol icabı, kepekli ve tatsız olanından.

Tost makinasında kızartma niyetine yumuşataraktan...

Omega 3 takviyeli, kalbe faideli, zeytinyağlı ve b vitaminli margarin beceliyoruz üstüne...

Kara çarfaşlı, ak saçlı Zülâle Teyze’nin, bahçesindeki ineklerin sütünden yaptığı sarı ve kalıpsız tereyağı niyetine...

Anna’nemden mirastır bana, sütlü çay içerim sabahları.

Hüseyin Ağa’nın, gün ağarmadan Sarıkız’ın yahut Zeyno’nun memesinden sağdığı, kenarları ince mavi çizgili, beyaz melamin taslarda daha dumanı üstünde getirdiği sütü değil...

Buzdolabında bekleyen, karton ambalajında, yağsız ve mümkün olduğu kadar tatsız sütü koyuyorum daldırma çayımın içine...

Artık iki kaşık bal da karıştırmıyorum şeker niyetine; iki tık tatlandırıcı bırakıyorum içine...

*

Neyse...

Gözlerimi yumuyorum, atmaya çalışıyorum kafamdan bu bölücü düşünceleri...

Zaten...

Zaten tam da o anda, cep telefonum titreşmeye başlıyor ahşap başucu masasının üstünde...

Ardından, C’est la vie’nin akordeon notları çalıyor, alarm niyetine...

Oh c'est la vie
Oh c'est la vie
Who knows, who cares, for me
C'est la vie

C'est la vie (ELP)

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!