Güncelleme Tarihi:
KUZUCUKLARIN 'ESKİ' TÜRKİYESİ (Yenal Bilgici)
TRT arşivi şimdi bu anılarımızı getirip ortalık yere bıraktı. Bir anlamda ‘Eski Türkiye’yi ziyarete açtı. 1990’lardan sonrasının çok kanallı günlerine doğanların sadece ‘nostalji’ olarak bildiği bir Türkiye bu.
1980'lerin ilk yılları... Türkiye’nin dört yanında mini mini çocuklar televizyonun önüne dizilmiş, büyülenmiş gibi ekrana bakıyor. Adile Naşit ya da çocukların bildiği adıyla ‘Masalcı Teyze’ doğrudan onlara sesleniyor. “Kaya seni tebrik ediyorum, okulda çok başarılı olmuşsun bugün.” “Canan, ne güzel resimler yapmışsın sen.” “Ödevlerinizi yaptıktan sonra etrafı dağınık bırakmayın, tamam mı benim kuzucuklarım.” “Tamam” diyor çocuklar... İçlerinden falan değil, doğrudan ekrana bakarak. Sonra bir çizgi film izliyor; üzerlerine sinmiş o güzellik duygusuyla yatmaya gidiyorlardı. ‘Kuzucuklar’ çünkü o zamanlar ‘Uykudan Önce’de ‘Masalcı Teyze’lerini seyretmeden uyumazlardı.
Bugün ben yaşlarda kime anlatsam, bu programı ve Adile Naşit’i, bir huzur duygusuyla, minnetle hatırlar. İçimize bir ferahlık dolar. Birbirimizi hiç tanımasak bile bir kardeşlik ilişkisi kurarız. Bir bütünün parçası olduğumuzu hissederiz. Hafızamız ortaktır çünkü.
Yitip giden değerler...
TRT arşivi şimdi bu anılarımızı getirip ortalık yere bıraktı. Bir anlamda ‘Eski Türkiye’yi ziyarete açtı. 1990’lardan sonrasının çok kanallı günlerine doğanların sadece ‘nostalji’ olarak bildiği bir Türkiye bu. Seyredince hemen görüyorsunuz; insanlar daha kibar ve naif bir kere. Uç örnek, Uğur Dündar’ın yakalanan uyuşturucu kuryesiyle yaptığı röportaj; o kurye sanırsınız sevkıyattan değil, yitip giden değerlerimizden bahsediyor! Öyle bir ses tonu...
Siyasi liderlerin açıkoturumlarda tatlı sert atıştığı, daha şeffaf bir Türkiye’deyiz. Ya da Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın ve Levent Kırca’nın skeçlerinde serbestçe yansıltıldığı gibi yolsuzluğun ve yasakların da Türkiye’sinde... “Siz yapmıyorsunuz biliyoruz ama inanır mısınız devletin malını yiyenler var” notunun da ilave edildiği skeçler bunlar... TRT’nin arşivinde gezerken Cemal Süreya’nın, Sait Faik’in edebiyat programlarında ferah ferah boy gösterdiği entelektüel bir Türkiye’deyiz. Bir yandan da Öztürk Serengil’in ‘Yetenek Siz misiniz’ isimli yarışmasında da gördüğümüz gibi hem ünlülerin hem sıradan insanların daha ölçülü göründüğü bir Türkiye’de... Yumuşacık, çocuksu bir Türkiye bu...
Ama unutmamalı, bu eksik bir arşiv; o Türkiye de eksik bir Türkiye. TRT yasaklarına takılan arabeskin, farklı cinsel yönelimlerin bulunmadığı; Kürt meselesinin zaten kendine hiç yer edinemediği bir ekranın arşivi. Bu yüzden tamamı yayımlansa bile hep yarım kalacak bir Türkiye bu... Ahmet Kaya’sız, Bülent Ersoy’suz, Müslüm Gürses’siz bir Türkiye... Devletin ideolojik bir aygıtı olarak TRT’nin ancak kendi ölçülerine uyanları yayına çıkardığı, halkı da çocuk gibi ekranın karşısına bağlayıp, ‘İstiklal Marşı-kapanış’ derken uykuya yatırdığı bir Türkiye...
Güzel olanı akla getirelim yine de... Adile Teyzemizin bize kattığı o tatlılık, o şefkat duygusuyla kalalım. Şimdi ‘nostalji’ gibi de gelse, birbirimize bir şekilde bağlı olduğumuz bir toplum olduğumuzu hatırlayalım...
İKİ DÖNEM, İKİ TELEVİZYON (Elçin Yahşi)
Şimdi sadece ‘yılbaşı özel’ programlarında gördüğümüze benzeyen, ‘Eğlence programı’ diye bir kavram vardı eskiden. Bir tür evde gazino eğlencesi diyelim kısaca. Şarkılar, türküler, ‘skeç’ler...
Zeki Müren de bizi görüyordu
‘Bir Cumartesi Gecesi’ programı. Yıl 1989. Sunucu Ayşe Egesoy tane tane konuşarak, sayın Zeki Müren’in biz sayın seyirciler için hazırlatmış olduğu özel kostümlerden bahsediyor. Zeki Müren, sadece özel kıyafetleri ve şarkılarıyla değil, skeçleriyle de programda. Peki bu skeçlerde ona eşlik eden ‘sidekick’i kim? Gencecik bir Demet Akbağ’ın canlandırdığı Canfeda... Feriştah’ın akrabası büyük ihtimalle. Zeki Müren bir bilmece soruyor Canfeda’ya: “Şimdi canım, pijama giymiş bir merkebe ne denir?” Canfeda “Zebra” diyor tabii, ama maalesef doğru değil. Cevabı Müren’den öğreniyoruz: “Pijama giymiş merkebe ‘Hayırlı geceler, iyi uykular’ denir.” Kahkahalar, kahkahalar...
Şimdi sadece ‘yılbaşı özel’ programlarında gördüğümüze benzeyen, ‘Eğlence programı’ diye bir kavram vardı eskiden. Bir tür evde gazino eğlencesi diyelim kısaca. Şarkılar, türküler, ‘skeç’ler... Şimdi de talk show’lar, sohbet programları var yıldızların katıldığı, şarkılı türkülü ama o hafta vizyona giren filmin, yeni başlayacak olan dizinin promosyon çalışmaları kapsamında, kim çıkarsa bahtımıza.
‘Kavanozdaki Adam’ günleri
Diziler halihazırda en zayıf bölümü arşivin. ‘Yeditepe İstanbul’, ‘Şaşıfelek Çıkmazı’, ‘Perihan Abla’, ‘Geçmiş Bahar Mimozaları’, ‘Gecenin Öteki Yüzü’, ‘Metin Erksan’dan ‘Beş Hikâye’, ‘Sekiz Sütuna Manşet’ gibi olsa da izlesek dediğimiz diziler yok daha, bekliyoruz ama. Henüz 11 dizi var. Altı bölümlük ‘Aşk-ı Memnu’ var ama. Beş bölümlük ‘Hanımın Çiftliği’, yedişer bölümlük ‘Çalıkuşu’ ve ‘Yaprak Dökümü’, ilk Türk bilimkurgu dizisi olarak nitelendirilen ‘Kavanozdaki Adam’ da. Türk dizilerini ‘holding’le tanıştıran, karakterlere göre farklı fon müziği kullanan, tema müziği olarak Jean Michel Jarre’ın bir parçasını seçen, senaryosunu Attilâ İlhan’ın yazdığı ‘Kartallar Yüksek Uçar’ın ekranda açtığı yol bugün hâlâ işlek durumda. Zengin ve yoksul çatışmasını, birbiriyle kıyasıya mücadele eden aile üyelerini bugün de izliyoruz. 40’ar dakikalık altı bölümden oluşan ‘Aşk-ı Memnu’ nasıl unutulmazsa, 90’ar dakikalık 79 bölümden oluşan yeni versiyonu da öyle. Fakat bu sadece bir istisna. Toplam iki saatlik dizilerden, tek bir bölümü iki saat olan dizilere geçmiş durumdayız, halimiz harap.
BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA... (Uğur Vardan)
“Bu kadar abartmayın, sonuçta eğlencelik” diye tanımlamasına hep karşı çıktık; çünkü biz onu aynı zamanda eğitim-öğretim aracı olarak gördük, algıladık, sosyolojik değerler atfettik.
Bugünden bakıldığında ‘Star Wars’ serisinin o ünlü “Çok çok uzun zaman önce uzak bir galakside” repliğindeki gibi geliyor her şey... O hayatımıza girdi ve geceler bambaşka bir anlam kazandı. Hadi biz çocuktuk, hakkımızdı diyelim ama bütün bir ülke çocuklaştı; saat 19.00 itibariyle yayına geçen o sihirli kutu herkesi esir alır olmuştu. Öylesine açtık ki her şeye; haberler, çizgi film, Türk sineması, yabancı film, klasik müzik konseri, diziler, çocuk programları, belgeseller, açıkoturumlar, ‘dış kaynaklı müzik’, hava durumu, güne bakış, kapanış; hiç ama hiçbir şey kaçırılmadan, adeta nefes alınmadan izleniyordu. Önce regülatörün, sonra da o koca, hantal tasarımlı televizyon aygıtının düğmesine basılır ve sinyalin gelmesi heyecanla beklenirdi.
İstiklal Marşı eşliğinde başlayan ve yine aynı ritüelle biten her gecede, hayatın akışı elini etraftan çeker, etraf ıssızlaşır, sokaklar kendi yalnızlığına terk edilir, herkes ekran başında yeni oyuncağıyla meşgul olurdu.
‘Ertem Eğilmez sineması’ gibi
Böyle bir ortamda geldi televizyon Türkiye’ye. O yüzden de bazılarının “Bu kadar abartmayın, sonuçta eğlencelik” diye tanımlamasına hep karşı çıktık; çünkü biz onu aynı zamanda eğitim-öğretim aracı olarak gördük, algıladık, sosyolojik değerler atfettik. Peki her şey onun sayesinde süt liman mıydı? Kuşkusuz değildi; anarşi onca canı alıp gidiyordu; ülkeye yasaklar, antidemokratik uygulamalar hâkimdi, başta arabesk olmak üzere birçok şey tu kakaydı. Ama tıpkı şimdiki zamandan ‘Ertem Eğilmez sineması’na bakmak gibi bir şey bu; masumiyetin, çocukluğumuzun, sevgi dolu, dayanışma ruhunun hâkim olduğu günlerin, gecelerin ifadesi... Ya da biz öyle sanıyoruz ve sanmaktan memnunuz.
Düşünsenize; sanki hayatlarımıza ‘resmi’ açıdan dillendirilmemiş bir sosyalizm hükmediyordu; mahallenin zengini televizyon sahibiydi ve herkes bu nimetten yararlanırdı. Çocuklar, kadınlar, herkes televizyona olan evlere ‘hücum’ eder, ev sahibi sesini hiç çıkarmadan, üstüne üstlük çaydı, kestaneydi, her türlü ikramını sunarak üzerine düşen görevi tamamlardı.
TRT Arşiv, işte o güzelim günlere bizi tekrar götüren, uzak gibi görünen bir galaksiyle tekrar buluşturan bir hamle olmuş. Bu türden güzel hamlelerin devamı dileğiyle diyelim...