Güncelleme Tarihi:
Eskiden “mart ayı, dert ayı” derlerdi, herhalde gelir vergisi yüzünden. Artık, dert olmayan ayımız kalmadı, bu lafın da içi boşaldı: Her ayın 20’si akşamına kadar muhtasar beyanname ve stopaj ile damga vergisi; 25’i akşamına kadar KDV; ocak ayında kira gelirleri vergisi ile motorlu taşıtlar vergisi; mart ayında gelir vergisi; nisan ayında kurumlar vergisi ile kira gelirleri vergisi; mayıs ayında ... böyle gidiyor, 12 ay boyunca.
Arada “geçici” diye geçirdikleri ama geçmek bilmeyen vergiler de cabası... Tabii “dolaylı” yoldan ödediklerimizi saymıyorum bile. Mesela bir cep telefonu sahibiyseniz, yandınız. Konuşmanıza bile gerek yok, bir konuş beş öde...
Bu dünyanın her yerinde böyledir, biliyorsunuz. Hatta gelişmiş memleketlerin bir kötülüğü daha vardır, orada devlet bu vergileri, üstelik, çatır çatır tahsil eder utanmadan, öyle “tüyü bitmemiş yetim” dolandırıcıların, hortumcuların gözünün yaşına bakmaz bizim gibi.
Hani vergi dairelerinin kapısında “İradesiyle kendini vergilendiren halk millettir” yazar ya, bakmayın siz ona... Dünyanın her yerinde, vergi tahsilatı mucuk mucuk yapılır. Hatta tarihte de bu böyle olmuştur. (Bir istisna dışında. Bir zamanlar, bir ülkede - düşmanlık yaptığım zannedilmesin diye Eski Yunan’da olduğunu söylemeyeceğim - eisfora denilen, beyana dayalı bir gelir vergisi varmış, gelirin ne kadar çoksa o kadar çok vergi ödüyorsun. Bu ülkenin mükellefleri o kadar kibirli ve fiyakacıymış ki, zengin görünmek için fazla fazla gelir beyan ediyor ve vergi ödüyorlarmış. Neyse ki torunları akıllandı da, artık vergi ödemek yerine sırt üstü yatıp Avrupa Birliği’nin kanını emiyorlar.)
KADINI “KULLANMA” HAKKI
Ayrıca, bugün biz yine şanslıyız mükellef olarak... Gelir vergisinin, kurumlar vergisinin, katma değer vergisinin mucidi Batı ülkelerinin bugüne kadar neler çektiğini bir bilseniz, onlara küfretmekten vaz geçer, hatta acırsınız.
Mesela... Mesela size feodal Avrupa’da geçerli (ve çatır çatır uygulanan) bir iki “vergi” sayayım isterseniz, ki halinize şükredin. İşte feodal beylerin “sahip olduğu haklar” :
ÇATI HAKKI : Ortaçağ’da senyörler, toprakları üzerinde yaşayan insanların toprağının da evinin de gerçek sahibi sayılırdı. Bu sıfatla, yanlarında palalı kılıçlı çelik zırhlı arkadaşlarıyla, istedikleri evin kapısını açıp girebilir, istediklerini yer, içer, canlarının istediği kadar evde yaşarlardı.
MARKET (?) HAKKI : Bu arada, evin kadınını ve kızını da istedikleri gibi “tasarruf” edebilirlerdi. Sadece kendileri değil tabii, yanlarında getirdikleri arkadaşlarına da ikram ederlerdi... (Ayrıca, Mel Gibson’ın Cesur Yürek filminden hatırlarsınız, bir “hak” daha vardır, iğrenç... Adını unuttum, hani “evlenecek kız önce beyin koynuna girer” kuralı...)
ALMA HAKKI : Senyör, kullarına ait herşeyin gerçek sahibiydi. Hayatını devam ettirmek için ihtiyacı olan bir iki “temel ihtiyaç maddesi” dışında (şu kadar baş sığır ve çiftçinin ... karısı da bu kategoriye giriyordu), feodal bey köylünün her malına el koyabiliyordu.
Tabii ki Ortaçağ’da köylülerin, kasabalıların bu keyfî uygulamaya karşı demokratik haklarını kullanma, senyöre “Vermiyorum lan!” deme hakları vardı. Bu hakkını kullananlar idam edilir, karısına, kızına, evine barkına el konurdu. Ama en azından itiraz etme hakları vardı.
(Şaka bir yana, Osmanlılar’ın iki vergisi var ki, koydukları ad manidar, muhteşem. Biri, köyünü terk edip, şehre yerleşenlere uygulanan bir vergi. Keşke kalkmasaydı, dediğimiz bir vergi. Adı, ÇİTBOZAN. İkinci vergi daha dramatik bir isim taşıyor. Padişahın savaş sebebiyle parasız kaldığında, kullarına dönüp yardım istediği, istisnaî bir vergi. Adı o kadar manidar ki, böyle bir vergi salan padişaha hayır demek ne mümkün : İMDADİYE.)
*
Bu arada, sigaradan vergi kesiyorlar, içkiden, ekmekten, benzinden, telefondan... herşeyden vergi kesiyorlar, diye de şikayet etmeyin. Tarihte beteri var.
Mesela? Mesela, yine örnek aldığımız ve hedef seçtiğimiz Avrupa’dan birkaç örnek. Vergi sistemini bizim Doğu icat etmiş olsa da (bilinen ilk vergi zamanımızdan 6 bin yıl önce Eski Mısır ve Mezopotamya’da tahakkuk ettirilmiştir) bu konuda Batı çok yaratıcı olmuştur.
PERUKADAN, SAKALDAN, BACADAN...
Krallar, prensler nelerden vergi almamıştır ki?
Evde beslenen köpekten, keçilerden, öküz arabasından, tabii topraktan, kuru odundan, tekrar evlenen dul kadınlardan (İspanya, 14.yüzyıl), ekinden, vaftiz edilen çocuklardan, öküz arabalarının tekerlek izinden (vallahi!), tabii tuzdan, perukalardan (Venedik, 15.yy), biradan, hatta... piçlerden!
Daha yakın zamana gel, diyeceksiniz... Değişen bir şey yok.
18.yy’da Prusya Kralı 2.Frederick çizmelerden vergi alınmasını emretmişti. Rus çarları (ustura imalathanelerinden rüşvet aldıkları iddialarına kulak asmadan) sakallılardan özel bir vergi tahsil etmişlerdi. Aynı tarihte, Polonyalılar, “Baca vergisi” ödememek için evlerinin bacalarını yıktırmış, zamanın gazeteleri bizim şofben kurbanları misali, dumandan boğulup telef olan ailelerin haberleriyle dolmuştu.
Vergi almanın daha “kesin” yolları da vardı tabii ki tarihti. Halimize şükretmeye devam ediyoruz...
1180 yılında Philippe Auguste binlerce Yahudi’yi zindana attırmış, hediyesi kelle başına 15 bin lira fidye-vergiyle parası olanları salıvermiş, diğerlerini ölüme terk etmişti.
Fransızlar bu “geçici vergiyi” çok sevdiler. Müteakip yüzyılda Güzel Phillipe, dedesinin kovduğu Yahudiler’in evlerine dönmesine izin vererek büyük bir insanlık yaptı. (Batı’nın “Aziz Louis” adını verdiği ırkçı 9.Louis - Yahudiler’in göğsüne sarı yıldız takma fikrinin babasıdır bu aziz !!! - “madem fidye ödeyecek paranız yok, ne işiniz var benim topraklarımda” diye Yahudiler’i sürmüştü.) Yahudiler’in Fransa’ya dönmesine izin verirken de... “Mutlu olay için bağış” adı altında, sadece isteyenlerin ödediği, istemeyenlerin ateşe atıldığı bir vergi koydu.
(İlkokullara kayıt sırasında alınan “gönüllü bağış” var ya, belki de bu Mutlu Olay İçin Bağış’tan esinlenmiştir... Hani okul müdürleri, bakanından allı şallı köşe yazarlarına kadar herkesin “ee ne yaparsın, okulların parası mı var, Millî Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi ne kadar ki...’ diye savunduğu “gönüllü bağış” alıyorlar ya öğrenci velilerinden... Ödemezsen çocuğunu kayıt ettiremezsin, az bağışta bulunursan da çocuğunu müdürden öğretmene herkes iter kakar... şeklinde gönüllü bir bağış!)
GÖNÜLLÜ BAĞIŞ YAPMAYANI YAKIN
Dedim ya Güzel Philippe bu metodu çok sevdi. Aynı “gönüllü bağış” sistemini Tampliye Şövalyeleri’ne de uygulayacaktır kısa bir süre sonra. Ortaçağ’ın en zengin “sivil toplum örgütü” olan (sivil dediğim aslında paramiliter’dir ya...) Avrupa’nın “bankacısı” Tampliye Tarikati’ne ait bütün şatoları bir gece – tabii ki böyle bir pislik olur da Vatikan dışında kalır mı, Papa 5.Clemens’in de işbirliğiyle – basıldı, şövalyeler zindana atıldı, işkence edildi, af dileyenler de dahil hepsi yakılarak idam edildi ve, asıl hedef buydu zaten, hazinelerine, şatolarına, şarap bağlarına, topraklarına el kondu...
Avrupa bu son metodu da çok benimseyecektir. Nazi Almanyası’nda ve faşizmin dereceleriyle iktidara geldiği bütün ülkelerde (bizdeki Varlık Vergisi de bunun bir şeklidir) Yahudiler şirketlerine, dükkanlarına el konularak toplama kamplarına atıldı. Ancak 20.yüzyılın Naziler’i, 13.yüzyılın Fransızlar’ından, 14 ve 15.yüzyılların İspanyollar’ından daha “sanayileşmiş” bir millet oldukları için, Yahudiler’in paralarını ve mallarını almakla yetinmediler, altın dişlerini bile söktüler ki bu verginin adını bilmiyorum.
Şimdi müsaadenizle yazımı burada kesip çıkmam lazım. “Geçici” motorlü taşıt vergimin Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı bulunan ikinci taksidini ödemem lazım.
Ödemeyelim, diye çağrı yapmıştım size, ama düşündüm taşındım, ikna oldum (bu “düşündüm taşındım, ikna oldum” fıkrasını unutturmayın, anlatayım bir ara), vergilerimi eksiksiz ödeyeceğim. Çünkü hesabını yaptım, ek vergim 120 milyon tutuyor, ağzımdaki üçlü köprüyü yeniden yaptırmaya kalksam yarım milyar...