Güncelleme Tarihi:
Mısırda’daki Mübarek sonrası ilk gezimdi. Kahire’den, henüz aydınlanmamış sıcak bir sabah vakti yola çıktım. Onca yolu katedip, gece geri döneceğimi biliyordum. Büyük Sahra çölünü yaran yola vardığımda, beyaz bir sisin içinde buldum kendimi. Artık görmeden gidiyordum.
Hedefimde İskenderiye vardı. Lawrance Durrell öylesine etkilemişti ki beni, kente bu kadar yaklaşmışken görmeden dönemezdim. Siste beyaz bir körlüğün içinde gidiyordum ama düşüncelerimde her şey berraktı. Cecil Oteli’nin karanlık holündeki boy aynasında, Justine’i göreceğimden çok emindim. Tutkularıyla kabına sığmayan, ilişkileri İskenderiye kadar gizemli olan Yahudi güzelinin hayalinin, o aynada beni beklediğini biliyordum.
Durrell, “İskenderiye Dörtlüsü”nün ilk kitabı Justine’in ön sözünde şöyle yazmıştı: “Roman kahramanlarının, yaşayan insanlarla benzerlikleri yoktur. Onlar hayal mahsulüdür. Sadece kent gerçektir.” İşte bu gerçek kente vardığımda kuşlar bile henüz uyanmamış, yanık sesli müezzin, bilmediğim bir makamdan sabah ezanını okuyordu.
ACIMASIZ AŞK CENDERESİ
Bir yerlerde bu kentin, “aşk cenderesine” benzediğini okumuştum. Sevenleri un ufak eden, suyunu çıkartan, posaya dönüştürüp, bir kenara atan acımasız bir cendereye. Upuzun “corniche”te bir banka oturup, güneşi beklemeye başladım. Önce bir martı uçtu. Ardından Durrelli’in anlattıkları:
“Neler gizlidir İskenderiye sözcüğünde?.. Tozların savrulduğu binlerce sokak birden aydınlanıyor zihnimde. Sinekler ve dilenciler, onların elinde kent bugün - bir de ikisi arasında bir yerde varlıklarını sürdürenlerin.”
Durrell yazısında kentin renkleri üzerine de şu notları düşmüştü:
“Uzayıp giden renk uyumları. Limon kokuları arasından süzülen ışık. Hoş kokulu tuğla tozuyla dolu bir hava, suyla söndürülmüş kızgın kaldırımların kokusuyla. Hafif, ıslak bulutlar, sonraları toprak, ama yağmur ummayın pek. Bu fon üzerine, toz kırmızısı, toz yeşili, tebeşir moru ve sulandırılmış fes rengi fışkırtın. Yazın denizin nemi, hafifçe verniklerdi havayı. Bir zamk örtüsü altındaydı her şey...”
Rehberimle karşılaştığımda gün ağamıştı. Adı Mazlum’du. Yaşını çıkartamadım. Müflis bir “commerçant”mış. Yani, tükenmiş bir tüccar. Tuz ve tafya denen şeker kamışı rakısı kokuyordu. Gözlerinin akındaki kırmızılara bakılırsa, gece lambayı geç söndürmüştü. Bir faytonla pazarlık yaptı. Atlar limana doğru koşmaya başladı. Mazlum, önce evleri anlattı. Kordonun uzunluğunun kaç metre olduğunu söyledi, sonra kentin tarihine girişti. Ama ben hiç birini duymadım. Aklım Lawrance Durrell’e takılıp kalmıştı. Ben onun İskenderiye’sini merak ediyordum:
“Saat altı... İstasyon yönünden gelen beyaz giysili insanların ayak sürümeleri... Soeurs Sokağı’nda akciğer gibi dolup boşalan mağazalar. Öyle sonu güneşinin soluk ve uzun ışığı Esplanade’ın geniş kıvrımlarını yağ lekelerine buluyor. Gözleri kamaşan güvercinler, güçsüzleşen son ışınları kanatlarına almak için, havaya saçılmış kağıt parçaları gibi, minarelerin tepesine tırmanıyorlar.”
Durrell etrafı kolaçan edip, akşamın biraz öncesini benim belleğime böyle çiziyordu.
SOKAKLARIN KOKULARI
Mazlum, uzaktaki bir binayı gösterip, yeni kitaplık olduğunu söyledi. Modern mimarisiyle, balkonları ferfojelerle süslenmiş, eski yahudi evlerinin arasında sırıtıp kalmıştı. Faytondan inip kaleye girdik. Lacivert Akdeniz’in beyaz köpüklü dalgaları kalenin eteklerini dövüyordu. Karşıda, çok uzaklardaki Türkiye’ye doğru baktım. Ünlü İskenderiye Feneri biraz ileride, denizin dibinde yatıyordu.
Sonra Roma’dan kalma bir mezarlığa doğru yola koyulduk. Sessizce Mazlum’u izliyordum. Sokaklar daraldıkça kokular da değişiyordu: Amonyak, sandalağacı, kimyon, güherçile, balık. Karmaşık bir ağ gibiydi. Sanki Durrell’i duyar gibi oluyordum:
“Rıhtım dönen sokaklar, yıkık dökük, çürümüş evleri sırtlamış, soluklarını birbirlerinin ağzına üfleyen, alabora olmuş sokaklar. Farelerin cirit attığı kepenkli balkonlar, saçlarının içi kene kanlarıyla dolu yaşlı kadınlar. Sıvaları dökük, ağırlık merkezlerinin doğusuna veya batısına eğilmiş sarhoş duvarlar. Kara bir şerit gibi çocukların dudaklarından, gözlerinden sarkan sinekler. Çürük bir merdiven halısı gibi kokan terli Berberiler. Sonra sokak sesleri. Geçtiği duyulsun diye madeni kupalarını birbirine çarpan sucu Saidi’nin şakırtıları...”
Mazlum’a dayanamayıp Lawrance Durrell’i, İskenderiye Dörtlüsünü, Justine’i, Balthazar’ı, Mountolive’i, Clea’yı sordum. Bilemedi. Onun oturduğu Al Aktar kahvesini de, El Bab kahvesini de çıkartamadı. Durrell’in anlattığı yerleri, onunla gezip ondan ayrıldım. Sonra rıhtımda denize bakıp, Durrell’e başbaşa kaldım. Onun kahramanlarını, çukur belli Nessim’i, Melissa’yı, gizemli Justine’i ve sözcüklerine yüklediği anlamları düşündüm.
Ve bir günlük aşk yaşadığım İskenderiye’ye, sonsuza kadar teslim olmaya karar verdim.