Tatile 3 kişi gittik, 2 kişi döndük

Güncelleme Tarihi:

Tatile 3 kişi gittik, 2 kişi döndük
Oluşturulma Tarihi: Ekim 03, 2004 01:31

Üç ay önce, aşık olduğu karısını kaybeden, 6 aylık bebeğiyle yalnız kalan, "Tatile üç kişi gittik 2 kişi döndük" diyen adamın dramı... Onu dinlerken deli gibi ağladım.

Haberin Devamı

Bu hafta böyle. Soru yok. Bir adamın bir tek soruya verdiği kocamaaan bir cevap var. Soru da şu: ‘Neler geldi sizin başınıza?’ Benim, dinlerken boğazım düğümlendi. Yalan! Deli gibi ağladım. İstedim ki, yalnızca onun hafızasında kalmasın, bir insan macerasıdır, hep birlikte paylaşalım. Ve en önemlisi sahip olduklarımızın kıymetini bilelim...

Evlendiğimizde karım 28’di, ben 30. O Müslümanmış, ben Ortodoksmuşum umrumuzda bile değildi. İkimiz de inançlıydık, ikimiz de aynı Tanrı’ya inanıyorduk. Gerçi o Tanrı, bana çok insafsız davranmıştı. 16 yaşındayken babamı, 21 yaşındayken annemi almıştı. Olsun, şimdi yüzüme gülüyordu: Hayatımı, bu dünyalar güzeli kadınla birleştirmeme izin veriyordu.

Çok aşıktım ben karıma.

10 yıllık yalnızlıktan sonra...

Artık bütün hayal kırıklıkları, bütün şanssızlıklar geride kalmıştı. Her şey düzeliyordu. O da beni seviyordu.

Tapıyorduk birbirimize.

Bunca acıdan sonra...

Allah’ım şükürler olsun sana...

*

15 Ekim 2000’de evlendik, balayına Ayvalık’a gittik. Her şeyin başlangıç ve bitiş noktası.... Daha doğrusu Sarımsak’taki otel: Grand Temizel. Birkaç ay sonra hamile olduğunu öğrendi karım. Evde nasıl bir bayram havası...

Ama bir süre sonra çocuğumuzun kalp atışlarının durduğunu öğrendik.

Hüsran, yine hüsran...

Başa mı dönüyoruz ne?

Yok hayır, olsun...

Biz ikimiz vardık. Karı-koca her acının üstesinden gelebilirdik.

Geldik.

8 ay sonra karım yine hamile kaldı. Hiç unutmayacağım o sabahı. 27 Mart 2003. Mutluluktan uçuyoruz. Yine Ayvalık’a gittik. Sonra birlikte Toskana yaptık. Geçen sene bu zamanlar da Paos Adası’ndaydık.

Çok tatil yapardık, çok gezerdik el ele...

*

10 Aralık...

Doğdu kızımız. Sizi tanıştırdım mı Kibele’yle? Bu da minik kızım Kibele...

Rahmetli annemin ismi...

Karım da itiraz etmedi. Ben, karım ve gözünü açtığı andan itibaren etrafa gülücükler saçan Kibele, biz üçümüz çok güzeldik.

Unuttum, bir de Huriye Ablam var.

O, beni 17 yaşıma kadar büyüten dadım, Allah razı olsun ondan, beni hiç yalnız bırakmadı, kızım doğunca ‘İtiraz kabul etmem, onun dadısı da ben olacağım’ dedi.

Ayıptır söylemesi, ilgili bir babaydım. Hatta arkadaşlarım benimle dalga geçiyordu: ‘Bütün bunlar sana, yol, su elektrik olarak geri dönecek... Çocuğu şımarık yetiştireceksin’ diyorlardı.

Ne söylerlerse söylesinler. O kadar zevk alıyordum ki. Çocuğumun altını değiştirmekten, gece eşimle birlikte uyanmaktan, kızımız için karımın peşinde koşturmaktan.... Karım, sabahları 6’ya kadar bizim bızdık’ı emziriyordu, 6’da ben devralıyordum, onu bir güzel ‘pıslıyordum’, sonra da 7’ye kadar baba- kız yatakta oynaşıyorduk. Değmeyin keyfimize... Derken duş, tıraş ve iş. Söylemeyi unutmuş olabilirim:

Ben turizmciyim. Eşim diş hekimi.

İdi.

*

Ne var ki, kızımız doğduktan sonra tatillerimiz hep olaylı geçti. 3 aylıktı Antalya’ya gittik. Bizim, yüzünde gülücükler açan mutlu kızımız, sürekli ağlıyor ve başını sallıyor... Karı-koca ne olduğunu anlamıyoruz... Şaşkın şaşkın bakıyoruz.

Belli ki bir derdi var... Anlatamıyor... Zavallı, ellerini bile kullanamıyor...

Kullansa yüzünü kaşıyacakmış, tabii onu da yapamıyor.

Meğer, su çiçeği olmuş da küçüğüm, haberimiz yokmuş. Apar topar döndük İstanbul’a.

İkinci tatilimizde Sarıgerme’deydik. Belki de ilk sinyali o zaman aldık...

Da anlamadık.

Karımın baş ağrıları tuttu. Ben de istiyordum ki, şöyle bir dinlensin, kendine gelsin... ‘Kibele’yi bile emziremeyeceğim aşkım, başım çok ağrıyor’ diyordu.

Ağrı kesici aldı, ağrıları hafifledi. Ertesi gün normale dönünce, ben de şüphelenmedim. Ama o tatilimiz de ağrılı sızılı problemli geçti.

İstanbul’da baktırdı kendine, ‘İsterseniz bir MR’a girin’ dediler.

Süt verdiği için MR’a girmek istemedi...

6 aylıktı kızımız, ‘Zaten sütün son zamanları. Biraz daha bekleyeyim’ dedi, MR’a girmeyi reddetti.

*

Bilmem hatırlıyor musunuz?

İstanbul’da NATO toplantısı... Her yer, alarm halinde... Amerikan Başkanı da İstanbul’da... Ortalık curcuna...

‘Madem yollar kapalı olacak’ dedik...

Birkaç günlüğüne Ayvalık’a gidelim. Bizim büyülü mekanımıza. Yine aynı otele..

Bu üçüncü tatilimizin iyi geçmesi için elimden geleni yapacaktım. Karımı rahat ettirebilmek için hiçbir şeyi esirgemeyecektim, kesin kararlıydım.

Pazar günü çok güzel geçti. Pazartesi de öyle. Kibele’yi denize soktuk, suyu uzaktan görünce bacaklarını çırpmaya başlıyor, yüzmeyi o kadar seviyor. Karı-koca nasıl gülüyoruz, kızımıza bakıp kendimizle gurur duyuyoruz: ‘Bu güzel şeyi biz mi yaptık?’

Akşam da Cunda’da balık yedik.

Sabah, kalktığımızda karımın gözlerinden bir bulut geçtiğini gördüm.

‘Nen var?’ dedim.

Sıkılmış bir ifadeyle ‘Tansiyonum kötü’ dedi.

Benim yüz ifademi görünce ‘Abartacak bir şey yok, biraz dinlenirsem geçer’ diye ekledi.

Yanımızda bir aile dostumuz ve karımın erkek kardeşi de var.

‘Öğlen katılırım size...’

Öğlen oldu, karım ortalıkta yok..

Öğlen odasına yemek götürdüm amacım kontrol etmek, bakalım nasıl.

‘Müsaade et biraz daha dinleneyim’ dedi yorgun bir sesle.

Saat 4 gibi baktım beni arıyor:

‘Çabuk gel aşkım, ben kötüyüm..’

Panik içinde fırladım odaya çıktım.

Olacak şey değil. Bana şimdiye kadar hiç olmadığı gibi tuhaf bir şekilde baktı ve şöyle dedi:

‘Ben ölüyorum.’

Kafamın içine bir kazık saplandı sanki...

Olamaz... Benim sevgili karım avucumun içinden kaçıp gidemez. Biz böyle ayrılamayız. Buna müsaade etmem, edemem. Onun da gitmeye hakkı yok zaten.

Hemen İstanbul’daki doktorumuzu aradım, biz sadece tansiyon biliyoruz o esnada, en ciddi haliyle ‘Sakın vakit kaybetmeyin oralarda’ demesin mi?

Ambulans çağırdık, doğru Ayvalık Devlet Hastanesi...

‘MR çekilmesi lazım’ dediler.

Tamam.

Ama yokmuş... En yakın MR, Edremit’te bir özel hastanede... Bu arada karım ağrı kesici aldığı için yarı baygın vaziyette, ama hálá bizimle irtibat halinde.

- Beni duyuyor musun aşkım?

- Evet.

- Nasılsın?

- İyi değilim.

Sözcükler ağzından zorla dökülüyor.

Görüyorum, acı çekiyor.

*

Şu MR bir an önce çekisin artık!

Hemen Edremit’e gidelim... Gidelim de... Ambulansın şoförü nerede?

Yemeğe gitmiş... Yemeğe gidecek zaman mı? Nasıl kıvranıyorum anlatamam. Nasıl çaresizim anlatamam.

Bu arada kızımı o aile dostlarımıza teslim etmişim, karımın yanında ben ve kardeşi varız.

Hah geldi ambulans şoförü de, yüzünde suçlu bir ifade...

Doğruuu, hızla Edremit’e.

Çekildi o MR.

Doktor, bana baktı ve şöyle dedi:

‘Beyincikte kanama var!’

Ne diyor bu adam? Beyincik neresi? Kanama ne demek? Doktorun söyledikleri benim için hiçbir şeyi ifade etmiyor. Nedir bu diyorum? ‘Hem iyi hem kötü’ diyor. ‘Durdurulabilirse iyi... Yok hayır durdurulamazsa, kötü; kanama, vücut fonksiyonlarının sona ermesine sebep olur.’

Şaka gibi. Biz tatildeydik. Karım dinlenecekti...

Nereden çıktı bu anevrizma?

Yok yok, bunlar bizim başımıza gelmiyor. Bu bir kabus biraz sonra uyanacağım ben...

Yanımda yatan karımı öpeceğim, ‘Günaydın aşkım’ diyeceğim.

*

Hemen tam teşekküllü bir hastaneye götürmemiz gerekiyormuş. İzmir mi, İstanbul mu, karımın kardeşiyle konuşuyoruz... İstanbul’da karar kılıyoruz.

İzmir... İki buçuk saat yol... Sarsıntı... Tehlikeli olabilir.

İstanbul...

Evet İstanbul’u tercih ediyoruz... Ambulans uçaklar var artık, çağırırsın yarım saatte gelir, içinde doktor-moktor her bir şey var, daha kısa sürede müdahale edilmiş olur...

Yani biz öyle zannediyoruz... Bekle Allah bekle... Yok. Yok işte. Bu uçak nerede? Hani hemen gelecekti?

İkide bir telefon açıyorum...

‘Neredesiniz? Karım ölüyor’ diye feryat ediyorum.

Keşke karayolunu tercih etseydik... Acaba o zaman... Keşke, keşke... Keşke’lerle de geçmiyor hayat...

*

Edremit’teki o küçük hastanenin başhekimi üzgün üzgün bize bakıyor. Onun da elleri kolları bağlı. Yapabileceği bir şey yok. Sonunda ‘Sizi yalnız bırakayım’ diyor, ekliyor ‘Bir ihtiyacınız olursa ben aşağıdayım.’

Serumlu bir odada bekliyoruz, beyin kanamalı karım ve ben...

İşte o sırada tuhaf bir şey oluyor... Karımın göğüslerinin üzerindeki sütü görüyorum...

Daha bu sabah kızımıza süt veriyordu...

Şimdi ise ölüyor...

Göğüslerinde süt varken ölüyor...

Ağlamaya başlıyorum.

Ben de ölmek istiyorum.

*

Bu Allah’ın belası uçak niye gelmiyor?

Hálá haber yok... 5 buçukta aramışız... İki saat önce kalktı diyorlar... E peki nerede bu uçak? Kaçta gelir bu uçak?

Meğer, Nato yüzünden izin alamamış... Uçağı kaldırmamışlar... Bütün doktorları havaalanında indirip bir güzel aramışlar... 11’e doğru ‘Tamamdır, kalkış için izin verdik’ demişler...

Onlar gelmeden biraz önce açıldı karımın gözleri...

Birdenbire, kendi kendine...

Ekip geldiğinde karım ikinci kanamayı geçirmiş ve beyin ölümü gerçekleşmişti. Yani uçak bize ulaştığında, her şey için çok geçti...

Karım bizi terk etmişti...

Ben en değerli varlığımı kaybetmiştim.

Bundan sonra hayat bana ne verebilirdi ki? Bu kadarmış, buraya kadarmış!

*

Yolda kendime geldim...

Benim Ayvalık’ta bir kızım var. 6 aylık henüz. Bana Tanrı’nın armağanı.

Hemen onun yanına gittim. O kadar çok ağlamış ki... Sımsıkı sarıldım ona...

‘Korkma yalnız değilsin, baban var, baban burada’ diye fısıldadım kulağına. Ağlayan gözleriyle yüzüme baktı, sanki ne demek istediğimi anladı. Öpe okşaya onu sakinleştirdim.

Ayvalık’ta o sabah anne sütü içen çocuk, o akşam babasının tuttuğu biberonu emiyordu.

Ertesi gün İstanbul’a yola çıktık, 6 aylık çocuk hiç problem yaratmadı.

*

Doğrudan Amerikan Hastanesi....

Ne dediniz? Yaşama ihtimalinden mi söz ediyorsunuz? Yoksa beyin ölümü olmadı mı? Ben mi yanlış biliyorum?

‘Kolu kıpırdadı, bacağı kıpırdadı’ gibi umutlar veriyorlar insana...

Yoksa vermiyorlar da, ben mi öyle sanıyorum? Bilmiyorum, ben hiçbir şey bilmiyorum... Bildiğim şu: Karımın ölebileceğine bir türlü inanamıyorum.

Yanına girdim...

Gözleri bantlıydı.

‘Seni seviyorum’ dedim.

‘Gitme, beni bırakma’ dedim.

Okşadım onu, sevdim, öptüm.

Öptüm, öptüm, öptüm...

Bir türlü çıkamıyorum odadan...

Kapıya doğru gidiyorum, sonra geri dönüyorum.

Çıkarsam, bir daha onu göremem diye...

*

Ertesi gün, ‘Bir iğne daha yapacağız bu son şansımız’ dediler. Ama olmadı işte... Tansiyonu çok düşmüştü...

Bitti.

Bu sefer her şey, gerçekten bitti.

Organlarını bile bağışlayamadık karımın.

Oysa, bu onu çok mutlu ederdi.

34 yaşındaydı...

3 kişi tatile gitmiştik 2 kişi döndük...

*

O gün hastaneden çıktım, eve gittim, kızımı gördüm ve ağlamaya başladım. Anında tepki verdi, o da başladı ağlamaya.

Huriye Ablam çok kızdı: ‘Bir daha bu çocuğun önünde ağlamayacaksın!’

Cenazede kızımın çelengini gördüğüm zaman da ağladım.

‘Sevgimi anneme’ yazıyordu.

6 aylık Kibele’mizin çelengi... Ölmüş annesine...

Bizim Ortodoks cenazelerinde öyledir, fertler, tek tek çelenk gönderir..

Onu, annesinin 40’ına götürürken de, fena oldum...

Ama Huriye Ablamın sözünü dinledim, ağlamadım.

Bizimki kucağımda gülücükler dağıtıyor, nereden bilsin nereye gittiğimizi...

Karımın mezar taşında Toskana’da çekilmiş bir fotoğrafı var, gülümsüyor...

Bana ve kızıma...

Şimdi yukarıda...

Oradan da gülümsüyor...

Bana ve kızıma.

Ne kadar çok acı çektiğimi görüyor ama ‘Kibele’nin sana ihtiyacı var beni mahcup etme...’ diyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!