Güncelleme Tarihi:
Popüler kültüre hizmet etmeyen bir kimse, özellikle de bir heykeltıraşa gösterilen bu sevgi sizi şaşırtacak. İnsanlar onda samimi bir şeyler buluyor olsa gerek. Çünkü Mehmet Aksoy, inançlarını savunmayı en şık şekilde beceriyor. Can Yücel’in mezarı parçalanıyor mesela, “İnadına” diyor “yeniden yapacağım”. Ya da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ucube” diye nitelediği heykelini savunmasını hatırlayın...
Biz onunla bu tatsız mevzulara hiç girmedik. M.S.G.S.Ü. Osman Hamdi Salonu ve Tophane-i Amire Binası’nda açılan ‘50. Yıl Sergisi’ni birlikte gezerek keyifli bir sohbete koyulduk...
Ne kadar kalabalıktı sergi açılışı... Neye bağlıyorsunuz bu büyük sevgiyi?
- Sempatik bir çocuk olmama... Şaka bir yana, heykele birtakım saldırılar oldu ve ben heykeli samimiyetle savundum. Bu olaylar insanların hafızasında kaldı. Açık yüreklilikle, samimiyetle konuşan biriyim. Hani 90 yılında Gökçek’le yaşadığım mesele var ya, ondan beri duruşumu biliyorlar. ‘Ucube’ olayında da hiç kendimden bahsetmedim. Benim canım, heykele karşılar diye sıkılıyor. Heykeli seviyor ve savunmaya çalışıyorum. İlginçtir, söylenenleri kişisel birer hakaret gibi algılamıyorum. Sadece insanlara heykeli anlatmaya çalışıyorum. Bu ‘ucube’ meselesi de insanların heykeli anlamasına hizmet etti aslında. Bugün heykeli anlayanlar çoğaldı.
50 yıl öncesi ile bugünü kıyasladığınızda ne görüyorsunuz?
- Lisede arka sıramda oturan kızla her gün bir şiir yazıp, kitabın içine koyarak birbirimize veriyorduk. Her gün ne şiir yazacak diye heyecandan deliriyordum. Sonra okulda bir şiir yarışması düzenlediler. Hadi katılayım dedim, üçüncü oldum. Ama bir şekilde bu şiirler yüzünden okuldan atıldım. Babam ne dese beğenirsin? “Seni şiir yazasın diye mi gönderdik oralara?” Yahu, dedim, ben öleyim bari. Gidip kendimi atıp intihar edeyim. Yapıyordum da! Çünkü anlaşılamamak böyle bir şeydir. Hani 50. yıl diyoruz ya, işte bugün anlaşıldığımı hissediyorum. Bu çok büyük bir mutluluktur.
Mezun olduğunuz Akademi’de açıldı 50. yıl serginiz. Nasıl hissettiriyor bu?
- Heykel, zamana dokunmaktır derim hep. Serginin ikinci bölümünün yer aldığı Osman Hamdi Bey Salonu’nun önündeki bahçede ’67 yılında yaptığım mezuniyet heykelim duruyordu. Bu sergi için o ‘Balıkçı’ heykelini giriş kapısının önüne yerleştirdim. 28 yaşımı bir daha yaşadım adeta. O zamanki çekiç tutuşumu, acemiliklerimi gördüm. Ama sergide o 50 yılı tam olarak hissettirmeyi beceremediğimizi düşünüyorum. Hem daha kuvvetli teknik imkana ihtiyacımız vardı hem de heykelleri sergi için sahiplerinden alamadım. Bulmak değil de almak zor oldu yani, komedi resmen. Deli miyim yahu ben, kendi eserime zarar verir miyim hiç? Sergide 80 küsur heykel var. 120 heykel olmalıydı, neredeyse yarısı yok. Ama bu kadarını bile 20 kamyonla taşıdık,
inanır mısın...
KÜRATÖRLERE KENDİMİ KULLANDIRTMAM
Belki bir küratörle çalışsanız, işiniz daha kolay olacak...
- Yok, küratörlere kendimizi kullandırtmıyoruz. Küratör benim işte. Çünkü bize çoban gerekmez, kendimiz götürürüz işi. Bizim üzerimizden kimse sanatçı olmasın. Bir sanatçı üzerine sanat yapılmaz. Avrupa’da birçok insan sergi kurma işini hakkıyla yerine getiriyor. Orada küratörlük bir meslektir mesela. Ama bizim ülkede henüz karakterini bulmadı.
“Ben artık taşı değil, ışığı yontuyorum” diyorsunuz. Bu bir ustalık ifadesi mi?
- Hayır, bir yere varmışlıkla ilgili. Biz hep kütleyi yontup ondan form çıkarttığımızı sanırdık. Ama formun üzerine yanlış bir ışık düştüğünde formu hemen değiştirirsin. Yani, aslında biz ışığı yontuyoruz. Işık formun üzerinde nasıl akacak? Nerde yoğunlaşacak, nerede grilere ulaşacak? Ben kütleyi değil, ışığı yontuyorum. Çünkü formlar aslında ışık taşıyan satıhlar. Işığı düşünmezsen heykeltıraş olamazsın.
“Taş kasabı” dediğiniz bu herhalde...
- Taş kasabı çok farklı bir şey. Duyarsız bir şekilde taşa vurandır. Desenini çizer veya maketini yapar. Sonra ona sabit kalarak heykelini yapar. Her yükseklik ve büyüklüğün bütüne oranla bir ayarı vardır; birebir uygularsan olmaz. Ama onlar buna aldırmaz. Oysa taşla çalışıyorsan tesadüfleri sevmen gerekir. Çünkü biz aynı zamanda tesadüf avcılarıyız. Tesadüfler yaratıp avlarız. Her taşın altında bir heykel vardır. O heykelin etine ulaştığın an darbelerin daha hassaslaşacak. En sonunda zaten okşayacaksın taşı. Kabuğunu soyup ışığa çıkaracak, taşla sevişmeyi bileceksin.
İkinci 50 yılınızda neler yapacaksınız?
- Vallahi hazır öğrenmişken biraz heykel yapmak istiyorum... Şimdi, daha evvel bahsettiğim İlhan Selçuk heykeli üzerinde çalışıyorum. Ölüm tarihi olan 21 Haziran’da heykeli göstereceğiz.
BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE
Sergide dört tane Nazım Hikmet heykeli var. Neden? “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” demiş adam. Bu, Türkiye’nin tüm çocuklarının düşünmesi gereken şeydir. Aslında biz zaten böyleydik. Ama şimdi en büyük ihtiyaç duyduğumuz şey bu kardeşlik duygusu. Bak, Türkiye’ye atılan en büyük kazık da budur işte. Ben Nazım’ın yapmış olduklarını sonuna kadar destekliyor ve onunla aynı şeyi yapmak istiyorum. Şiirin problemleriyle o kadar meşgul ki, kim ne derse desin yolundan ayrılmıyor. Şimdi beni övseler sövseler, bana hiç fark etmez. Çünkü taşın karşısına geçtiğim zaman kendimi küçük hissediyorum her zaman.
SANATA ATILAN EN BÜYÜK KAZIK ÇOK LAF AZ İŞ
Bugün güncel sanatın yanlışı şu: Resim ve heykel gibi sanatlar; yapılan, edilen şeylerdir. Söz acizdir bizim işimizde. Bunlar ise yaptıkları bir iş üzerine konuşuyorlar da konuşuyorlar. Masa üzerine bir şey bırakıyor, altına bir kitap yazıyorlar mesela. Oğlum, şair ol, kitap yaz o halde. Ve her yerde, Amerika ve Asya’da mesela, aynı formu düşünüyor; aynı kompozisyonu kuruyorlar. Bir de, yapılmamış bir şeyi yapmanın adı ‘yenilik’ oldu. Bu sanata atılmış en büyük kazıktır. Kahve telvesinden resimler yapıyor adam, mesela. Adına ‘yenilik’ diyorlar. Halbuki algıda, düşüncede yeniliği yakalamaktır mesele. Kahve falından etkilenmiş olabilirsin. Ama kahve telvesini kullanarak yaptığın şey resim değildir. Şimdi ben lahana yaprağından heykel yapsam, orijinal mi olur yenilikçi mi?
KARA KUTUYU AÇTIM
Sergiyi hazırlarken en zoru, kara kutuyu açmaktı. Zamanın içine gömüldüm. Tüm evrak-ı metrukiye içinden sergiye koyacağımız parçaları seçtik. İçinden ne mektuplar, ne fotoğraflar, ne şiirler çıktı... Okumaktan kendimi alamadım. Hepsinde bir yaşanmışlık olduğu için vazgeçemedim, atamadım. Bazılarına da çok kızdım, yırtıp attım. Bir haftama mal oldu, öldürdü beni öldürdü!
ASLINDA KAFAMDA RESSAM OLMAK VARDI
Akademi’ye giriş sınavında ayaklarım titrediğinden ilk 15 dakika hiçbir şey yapamadım. ‘Ya başaramazsam?’ diye düşünüyordum. Sınav saati bittiğinde, asistanlar zorla aldılar kağıdı elimden. Zeus’un başının çizimini tamamlayamamıştım. Zeus tek gözlü kalmıştı. ‘İyidir, korkma’ diyorlardı. Bense, ağlayacaktım neredeyse... Akademi’ye girdiğimde heykeltıraş olacağımı hiç düşünmüyordum. Hep ressam olmak vardı kafamda. Ta ki modelaj dersinde Prof. Şadi Çalık yaptığım büstü görünce “Boş ver resmi, sen heykeltıraş olmalısın” diyene kadar. Öyle de oldum sonunda.