Güncelleme Tarihi:
En kapsamlısıysa 1989’da, ölümünden iki yıl önce, gazeteci Sadun Tanju’yla yaptığı görüşmeydi. Yaz boyunca Tanju’yu evinde kabul eden Saygun, 80 yılda yaşadıklarını, Cumhuriyet’in ilk yılları ve sonrasındaki tanıklıklarını anlatmıştı. Mülakatın özeti, 1991’de Saygun’un ölümünün ardından Gösteri Dergisi’nde yayımlandı. İçeriğindeki sert ifadeler nedeniyle tam metnini kitaplaştıracak yayınevi bulunamadı. Saygun’un hayatı, eserleri ve tanık olduğu tuhaf olayları aktardığı söyleşi 21 yıl sonra Pan Yayınlarınca “Adnan Saygun’larda Çay Sohbetleri” adıyla kitaplaştırıldı. İşte kitaptan unutulmayacak anekdotlar...
ATATÜRK ÖFKELENDİ RİYASETİCUMHUR ORKESTRASINI BİR ANDA LAĞVETTİ
(1934 yazında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye ziyareti vesilesiyle Adnan Saygun’dan iki ülkenin dostluğunu ele alan bir opera bestelemesi istenir. Konuyu Mustafa Kemal seçmiştir: Firdevsi’nin Şehnamesi’ndeki Feridun Efsanesi. Sadece bir ay zaman vardır. Saygun gece beste yapar, gündüz Riyaseticumhur Orkestrası’yla prova. Bir gün ansızın Mustafa Kemal provaya gelir, yanında orkestranın resmi şefi Zeki Üngör vardır. Çalışmayı yorumsuz izler. Ayrılırken ekibi Köşk’e davet eder. Üngör’e de akşam tam kadro Köşk’e gelmeleri talimatını verir. Saygun akşam Köşk’e çıkar. Mustafa Kemal, İzmirli olduğunu öğrenince Saygun’a babasını sorar. Celal Hoca’yı tanıdığını söyler.)
Tahsilimi nerede ve ne üstüne yaptığımı sordu. Fransa’dan üç yıl önce döndüğümü, Paris’te kompozisyon çalışması yaptığımı söyledim. Senin için orkestra idare edebilir diyorlar, doğru mu, diye sordu. Tahsilini yaptığımı, fakat Türkiye’de bu fırsatı bulamadığımı anlattım. “Yani idare edebilir misin” diye tekrarladı. Edebilirim, fakat üç yıldır uzak kaldım, cevabını verdim. Gazi “Ha, evet, anladım, elbette dikkate alınır” dedi. (...) Gazi, Zeki Bey’e dönüp “Orkestra hazır mı” diye sorunca fırtına koptu. Zeki Bey, zaman darlığından orkestrayı toplayamamıştı. “Demek orkestra elemanlarınızın ev adresini bile bilmiyorsunuz, haberdar edilseydim hepsini bir saatte evlerinden getirtirdim” dedi. Sesini tizleştirerek, umuma seslendi: “Bir inkılap yapıyoruz beyler, bunu anlamayanlara içimizde yer yok!” Ardından yağverine talimat verdi: “İstanbul Valisi’ni telgraf başına çağırınız, oradaki yaylı sazlar orkestrası elemanlarını derhal evlerinden buldursun, trenle yarın sabah saat 9.00’da provada bulunmak üzere Ankara’ya göndersin...” Köşk’ten ayrılırken gün ağarıyordu. Sabah tam 9.00’da herkes orkestra çukurunda hazırdı... (Bu olaydan sonra Riyaseticumhur Orkestrası’nın şefliğine Saygun getirildi, Zeki Üngör ise İstanbul’a yerleşti. Özsoy Operası başarıyla sahnelendi. Fakat Ankara’da kaynayan cadı kazanı nedeniyle Saygun’un şefliği bir yıl sürdü.)
STOKOWSKİ SÜRPRİZİ
1958’de, İkinci Kuartet’imin Washington’daki Kongre Kütüphanesi’ndeki ilk seslendirilişi için ABD’ye gittim. BM Konsey Başkanı Charles Malik’in 25 Kasım’daki BM’nin yıldönümü için konser düzenlemek istediğini öğrenen BM Daimi Delegesi Seyfullah Esin, Yunus Emre Oratoryosu’nu önermiş, bu fikir kabul edilmişti. Seyfullah Bey’e, Leopold Stokowski’yle tanışıklığımdan bahsettim, orkestrayı onun yönetmesini önerdim. Kendisiyle görüşmemi, şeflik maliyetini öğrenmemi istedi. Stokowski beni çok iyi karşıladı. “Ölümünden sonra Toscanini’nin orkestrası şefsiz kaldı, onu alabiliriz” dedi. Hemen telefona sarılıp koroyu temin etti. Tanıdığı solistleri bana gönderdi, seçtim. Provalar başladı. Fakat Esin, şefe ödenecek ücret konusunda endişeliydi. Nihayet üstada bu bahsi açtım. Kırılmış bir ifadeyle “Hiçbir şey istemiyorum. Ben bu eseri 1950’den beri yönetmek istiyorum” dedi. O günlerde BM’de Kıbrıs konusu tartışılıyordu. Yunanlar, Türklerin babarlığından, medeniyete hiçbir katkıları bulunmayışından söz ediyordu. Yunan Kraliçesi, Eisenhower’in davetiyle ABD’deydi. Fatin Rüştü, Selim Sarper bu haksız hücumun etkisini hafifletmek için koşturuyordu. 25 Kasım 1958’de, böyle bir atmosferde eser BM Salonu’nda seslendirildi. Ertesi gün Seyfullah Esin “Bize öyle büyük hizmet ettin ki Adnan” dedi. Konserin BM delegelerini etkilediğini, bunun alınan kararlara yansıdığını anlattı. Stokowski, eseri Ayasofya’da seslendirmek, Türkçe sözleriyle kaydetmek istiyordu. Yine maliyet tedirginliği başladı. Bunun üstüne Stokowski “Ben kimseden para istemedim” dedi. Deutsche Grammophon’u da Türkiye’ye getirmeyi öneriyordu. Durumu sevinçle ilgililere bildirdim. Güzel Sanatlar Umum Müdürü’nden aldığım mektupta, Stokowski’nin verdiği tarihte (mayıs, haziran) koronun ve solistlerin meşgul olduğunu bildiriyordu...
İSTİKLAL MARŞI, SULTAN VAHDETTİN’E SUNULAN BEĞENİLMEYEN BİR BESTEYDİ
İstiklal Marşı konusunda birkaç hikâye vardır. Birisi şu: Saray Bandosu Şefi Zeki Üngör, hilafetin kaldırılması üzerine Ankara’ya gelir. Hem Mustafa Kemal hem de Milli Mücadele üst kadrosundaki dostları onu iyi karşılar. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nın başına geçer, Musiki Muallim Mektebi’nin kurucusu olur. Bu ilişkilerini kullanarak, bir emirle, diğer bestelerin bir kenara bırakılarak, İstiklal Marşı’nın kendi bestesiyle çalınıp söylenmesini sağlar.
Üngör’ün bestesiyle ilgili iddia da şöyledir: Derler ki, Zeki Bey aslında bu besteyi Sultan Vahdettin’in tahta çıkışı münasebetiyle yaptı. Zira, devr-i saltanata, saray müzisyenlerinin cülus merasimleri için sözsüz bir marş besteleyip yeni padişaha takdim etmesi adettendi. Rivayet olur ki, Zeki Bey’in marşı beğenilmemiş; o da eserini seneler sonra yeni bir beste gibi ilgililere takdim ederek, böylece şu marş anarşisine son verelim düşüncesini nüfuzlu kişilere kabul ettirmiş. Bu marş, musiki bilgisi bakımından inanılmaz hatalarla dolu. Ama artık bir şey yapılamaz.
HINDEMITH’İN NEFRETİ
(Çağdaş besteci Paul Hindemith, 1935 yılında Türkiye’de yeni bir müzik eğitimi sistemi kurmak üzere Ankara’ya davet edildi. Çevirmenliğiniyse konservatuvarda, Saygun’a savaş açan ekipten bazı isimler üstlendi. Hindemith incelemeleri sonucunda bir rapor yazdı.) Bir gün Sabahattin Ali geldi. “Adnan, senin Hindemith’le aranda ne geçti” dedi. Ne geçmiş olabilirdi ki? Adamla tanışmamıştık bile, sadece birgün Halkevi’ndeki koro çalışmalarımızı 5-10 dakika izlemiş, kalkıp gitmişti. Bunları söyledim. Sabahattin Ali “Vallahi dostluğumuzun hatırı için sana söylüyorum. Bilmiş ol. Tercüme edeyim diye raporunu verdiler. Adam senin için demediğini bırakmamış” dedi. Bana raporun bir kopyasını verdi. Dehşetle okudum. Bu, Hindemith’in benimle ilgili gizli raporuydu. Beni “Gençleri Halkevi’nde toplayıp karşı cephe yaratmakla” suçluyordu. “Musıkide yeni bir yolda yürümeye başlandığı sırada İhtilalin Bayrağı olarak dolaşan bu zatın (yani ben) Ankara’dan uzaklaştırılması gerektiğini” vurguluyordu. Bugün arşivlerdeki Hindemith Raporu’nda benden hiç bahsedilmez. Gizli ve özel raporu da bir daha hiçbir yerde görmedim... (Musıki Muallim Mektebi’nde ders veren Saygun, 1935’te Milli Eğitim Bakanlığınca açığa alındı. Ayrıca “işar-ı ahire kadar” Riyaseticumhur Orkestrası’na uğramaması söylendi. Şefliğe Praetorius getirildi. Saygun, İstanbul’a yerleşti.)