Güncelleme Tarihi:
2010 Temmuzu’nun en sıcak haftasında, güneşin altında kavrularak dolaşıyorum geniş bulvarlarında. Kenti, ne Dinyeper nehri ne de akşamları birden bastıran yağmur serinletebiliyor, ama Özgürlük Meydanı’ndaki süs havuzunun içinde çığlık çığlığa neşeli gençler, Kiiv dedikleri şehirlerinin ve yazın tadını çıkarıyor.
Kışları buz tutan Dinyeper’in kıyısındaki boydan boya plajlar dev parklar kentlilerle dolup taşıyor. Kent yeşili, nehiri ve güneşte parlayan altın kubbeleriyle resimleşip kalıyor aklımda. Bu resim, Moskova, Petersburg, Sofya hatta Üsküp manzaralarına çok benziyor ama hem hepsi hem de hiçbiri değil. Burası Kiev. Çok geniş Slav coğrafyasının kentlerinden biri. Adını çok duyduğumuz ama nerde olduğunu bilmediğiz Baserabya, Bukovina, Kerc Kalesi coğrafyasının parlak kenti. Yine resim, yine heykel, yine tarih ve elbette yine adım başındaki müzeler baş rolde. Türkiye’de çok tanınmasa da Ukrayna’nın büyük şairi Taras Şevçenko’ya adanmış müzenin antikalarla döşenmiş salonlarında Ukrayna’nın derin tarihine dalıyoruz.
MUHAFAZAKAR ŞAİRİN ENDİŞESİ
Gerçi Taras Bulba’nın yazarı Gogol de bir Kievli. Ertesi gün onun Enthuziastik Bulvarı’ndaki dev siyah mermer heykelini de göreceğim. Ama bu Taras, o Taras değil; Taras Şevçenko Ukraynalıların milli şairi, milli ressamı ve mili kahramanı. Şevçenko Müzesi’nin bütün salonları ona adanmış, duvarlar dolusu yağlıboya, suluboya, karakalem ve kitaplar, kitaplar.
Taras Şevçenko’nun şiirlerinden Ukranya folklorunu okumak olası. Kozbar, Türkçeye çevrilmiş tek eseri. Kobzar, Ukraynalı halk ozanına verilen isim. Elindeki kobza ile(kopuz) müzik eşiliğinde yerel duygulara tercüman oluyor. Şevçenko’nun en ünlü şiiri “Katerina” bir Moskovalı ile seviştiği için saçları kesilerek aforoz edilen ve köyünden uzaklaştırılan bir kızın öyküsü. Şevçenko, onun resmini de yapmış. Sarışın ve bir buğday başağı kadar narin bir Ukran kızı meçhule doğru hüzünle yürüyor. Suçu bir Moskal’le (Moskovalı) evlenmek... Aynı dil, aynı din, aynı iklim ama Ruslarla Ukranlar arasında benim bile bir haftada anlayabileceğim kadar açık bir çekememezlik var.
Bizim Göktürk Yazıtları’nda da vardır: Bilge Kağan halkını Çinlilerle dost olmamaları için uyarır. İlk tembih elbette kadınlaradır, Çinliyle evlenen Türk kızları cariye, doğuracakları çocuk da uşak olacaktır. Bütün milletlerin ortak bilinçaltı, kadını dolayısıyla soyu korumak konusunda hemfikir. İşte Ukraynalı Şevçenko’nun destansı şiiri Katerina’dan dizeler: “Sevişin kara kaşlılarım / Moskaller ile değil / Moskaller yad insanlar / Hayatınıza katar zehir / Alay ederler sizinle./ Dinlemedi Katerine / Ne ana ne baba nasihatı / Kaptırdı kalbini Moskal’e / İşledi büyük kabahati / Sevdi genç oğlanı...
Gerisi bildik hikâye. Sevgilisi gidecek, kadın utancından intihar edecek, çocuk yetim kalacaktır. Gerçi bu coğrafyanın yazarlarında depresif takıntılar ve intihar saplantısı da yok değil, üstelik bu takıntı başka dillere de ihraç edilmiş. Flaubert’in Emma’sı, Eylül’de Mehmet Rauf’un Suad’ı, Uşaklıgil’in Bihter’i hep aynı psikozu yaşamadılar mı. 19.Yüzyılın başındaki bu seri intiharlarda Tolstoy’un parmağının olmadığını söylemek mümkün mü? Öte yandan 2010 Temmuzu’nda Kievli kızlara bakınca yine çok acı ama bambaşka şeyler görüyor insan. Görmek istemese de inanmak istemese de görüyor. Komünist sistem çökeli 20 yıl olmuş ve yeni dönemin çocukları, bu sosyal karmaşada kaybolmuş gitmiş. Havaalanındaki kent haritasının arkasında bile sadece masaj salonu ilanları.
SOKAKLAR SARI, LACİVERT BAYRAKLARLARLA SÜSLÜ
İki sene önce Ohrid’de ilk tanıştığımız gün Ukraynalı antropolog Nataşa, kırgın bir sesle: “Türklerin Nataşa sözcüğünden ne anladığını biliyorum. Türkler hepimizi aynı sanıyor” deyince utanmıştım, anlamazlıktan gelmiş ve telaşla yanıtlamıştım. “Ben Harp ve Sulh’daki Kont Rostov’un güzel kızı Nataşa’yı, sadece onu hatırlıyorum.”
Taras Şevçenko Müzesi Müdürü de bir kadın. Adı Natali Klimenko. Örgülü sarı saçlarıyla Turuncu Devrim’in lideri Timoşenko’yu hatırlatıyor. Mağrur ifadeyle müzesinin ilk kez bu sempozyuma ev sahipliği yaptığını söylüyor. İncecik bir sitem ekliyor: “16 ve 17’nci yüzyıllarda ilişkilerimiz her zaman dostça olmadı” diyor. Büyükelçimiz Ahmet Bülent Meriç, bu sitemi gayet üstten yanıtlıyor ama benim aklımda nedense hep Hürrem Sultan ve Valide Turhan Sultan... Üstelik Natali Hanım vitrindeki bir resme özellikle dikkatimizi çekiyor. “Haremde” adlı bu kara kalem tabloda cariye kılığında bir Ukrain kızı, hemen yanında da “Odalık” adlı 1840 tarihli bir başka tablo...
Kiev sokaklarında sarı mavili bayraklarını görünce “Hepsi Fenerbahçeli” desem de bu renkler mavi gökyüzünü ve verimli buğday tarlalarını sembolize ediyor. Nitekim sofranın ana malzemesi daima siyah ekmek. Öğle yemeğindeki borç çorbasında kırmızı pancardan havuca, yok yok. Müzenin hemen arkasındaki Velika Lojka (Bol Kepçe) Restoran’daki Tavuk Kievski, elbette benim evde yaptığıma pek benzemiyor. Folklora ve milli değerlerine nasıl da önem veriyorlar diye düşünüyorum: Kente 30 kilometre uzaktaki açık hava müzesinde farklı bölgelerdeki Ukrain köylerinin evlerinin örneklerini yapmışlar, köy yaşamını canlandırmışlar. Rehber Igor, saatlerce anlatıyor, bitiremiyor, her parçayı, her işlemeyi, her oymayı okşuyor. Çoğu sergiden kaçıyorum ama şunu fark ediyorum: Yer yatağı yok, mutlaka karyola var. Yerde yemek yok, masa var. Ortak bir tencere yok, ayrı tabaklar var. Çıkışta Dilek Hoca ile konuşuyoruz, onun doktora tezinin konusu “Rus Modernleşmesi ve Türkiye.” Gördükleriyle okuduklarını karşılaştırıyor, Ukrayna’nın ilk büyükelçisi Lotockyi’nin anılarındaki Atatürk portresinden bahsediyor, arada deniz olmasa bu ülkenin en yakın komşumuz olduğunu hatırlatıyor ve “Rusya ile bizim modernizm süreçlerimizin arasındaki süre yüz yıldır” diyor. Katılmamak olanaksız. Müzede gördüğümüz tabak çanak, masa, yatak neyse de şehircilik bilincinin seviyesi doğrusu oldukça öğretici.
TİMOŞENKO KAYBETTİ, COŞKU KALMADI
Kiev, bir etnik mozaik: Yahudiler, Karaimler, Kazaklar ve Gagavuzlar. Gagavuzların milli bir komitesi var. Ukrayna Gagavuzları Birliği’nin Türkiye ile yakın ilişkilerinden söz etmeye gerek yok tabii. Nitekim bu sempozyumda etkin bir katkı sağlıyorlar. Tudora Hanım, Atanas Bey ve Vasiliy Grigorieviç belli ki çok mesafe kat etmiş, 14 kentte örgütlenmiş ve aralarında bazıları İslamiyet’i kabul etmiş. Olya Boldor, Şevçenko’nun eserlerindeki Türkçe sözcükleri taramış, Gagavuz klasiklerini Türkçeye çevirme işine girişmiş.
Ukrayna, Ortodoks Hıristiyanlığın önemli bir hac merkezi, hatta, Lavra manastırındaki (Hramovia Kompleks) Kutsal Su’dan içenler ve mağaralardaki aziz mezarlarını ziyaret edenler yarı hacı kabul ediliyor. Bize rehberlik yapan sevgili Oksana’yı kırmamak için mi bilmiyorum ben de Lavra’nın yeraltındaki mağaralarına giriyorum. Karanlık, aziz mezarları, mum ışığı. Tam da bu günlerde benim için çok zor bir tecrübe bu. Daha ilk elli metrede “Oksana çıkalım” diyorum.
Ortodoks Hıristiyanlık elbette yükseliyor hatta Kiev Kilisesi kendi özgürlüğünü ilan ediyor ve Moskova’dan kopmak istiyor ama Doktor Oksana Usatenko, Turuncu Devrim günlerini unutmuyor. Kreschatik Caddesi’nde günlerce devam eden isyanlarını, kentteki o heyecan dolu günleri hâlâ hatırlıyor. Ama Julia Timoşenko’nun partisi son seçimlerde az bir farkla kaybedince devrimin ne turuncusu kalmış ne kırmızısı; zaten zor sağlanan ekonomik dengeler belli ki alt üst. Bir Euro’nun karşılığı 10 grivni ve bu oran her gün yükseliyor.
Kiev’in uluslararası havaalanı Borispil bana dönüşte de aynı duyguları yaşatıyor: Bu ülke Avrupa’dan 30 yıl geride! Bu düşünce THY uçağına daha ilk adımda pekişiyor, içerde aydınlık, temiz, ışıklı bir enerji. 10 bin metreden aşağı bakıyorum. Dinyeper ve Dinyester’in suladığı topraklarda sonsuz buğday tarlaları. Artık neresi Moldovya, neresi Ukrayna... Sadece bulutlar.
GEÇMİŞİN HÜZNÜ HÂLÂ CAPCANLI
Kiev’de, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi bombardımanının yerle bir ettiği onlarca yapı restore edilmiş ve Sovyet sisteminin bir örnek toplu konutları modern gökdelenlerle yer değiştirmeye başlamış ama yine de şehirdeki hüzün hâlâ capcanlı: Alper Akçam, ödüllü öyküsü Kiev’de Aşk’ta kentin bu hüzünlü yüzünü lirik bir anlatımla betimliyor: “Serçe sesleri kurar sabahı. Taş yapılarda serçe sesleri... Yalçın kayalıklar gibi yükselen duvarlardaki çekiç izlerinde anılar... Tarih sayfalarında, Nazi subaylarının şapkalarında, gamalı haçlarında ve omuzlarında parlayan güneş şimdi camlarda... Savaş bittiğinde savaştan önceki Kiev bir kez daha kurulur serçe seslerinin tanıklığında ve bu kez dünya durdukça. Çünkü her sabah Kiev’i bir kez daha kurmaya söz vermiştir serçeler. (...) Geniş bulvarların iki yanındaki muhteşem taş yapılarda eriyen bakışlar... İnsan emeği çevrelemiş aşkı ve barışı. Yüzlerce metre derinde Kiev Metrosunda çalışan Alman esirler.”
Bütün dünya kentlerinin toprağı insan acısıyla yoğrulmuş; Kiev’inki de öyle... 1970’lerin kült filmi “Kiev’deki Adam”da seyrettiğim Yahudi Yakov’un uğradığı işkence de bu kentte yaşanmış, Nazilerin zulmü de... Dostoyevski’nin “Hepimiz onun paltosundan çıktık” dediği Gogol’ün anlattığı sıradan insanların dramı da... Ama belki de daha çok gençken St Petersburg’a göç ettiği için Kiev’de adı çok geçmiyor Gogol’ün.