La Boca bana Maradona’nın takımı Boca Juniors’dan yadigâr. Kimilerine göre futbol tarihinin, kimilerine göre son 20 yılın en önemli futbolcusu dünya futbol vitrinine çıkmadan bu semtin takımında oynuyordu...
La Boca nasıl anlatılır? Futbolu bir kenara bırakıp, sokak tangocularını, restoranlarını, rengarenk bina, kapı ve pencereleri sona saklarsak, en iyisi La Barrica’dan başlamak. Caminito yani La Boca’nın girişindeki bar, ilk gün turumu bitirdikten sonra dinleneceğim ilk mekân. Akşamüzeri semtin tüm dükkanları kapanıyor. La Barrica’nın son anlarına yetişebiliyorum. Önce Walter (Gimenes) ile tanışıyorum. 19 yaşında, Arjantin’in kuzeyinde, Chaco’da doğmuş. Esmer, orta boylu. Sürekli gülümsüyor. Bana içeride de fotoğraf çekebileceğimi söylüyor. La Boca’da binaların dışı gibi içi de rengârenk. Yeşil, sarı, kırmızı, pembe, bordo ya da beyaz... Her renk kendisine özgürce yer bulabiliyor. Barın loşluğunda renkler gölgelenmiş, fotoğraf çekmeyi sürdürüyorum. Zaten La Boca’da fotoğraf oburu, arsızı olmuş gibiydim. Renklerin gölgelerin, kalabalığın arasında kaybolup sonra ortaya çıkıyorum. Sonra tekrar kayboluyorum... Bir lambayı, elektrik saatini, bacayı, kapıyı, tomağını, pencereyi, merdiveni; gördüğüm hemen her şeyi fotoğraflıyorum.
Caminito’da gün sona ermek üzere, tüm barlar akşamüstü saat altı gibi kapanmaya başlıyor. Biz La Barrica’nın yarı İtalyan, yarı İrlandalı ortağı Patricio ile heyecanla sohbet ediyoruz. İçkimizi bitirene dek barın önündeki tahta masada kalıyoruz. Bu sırada Caminito’lularla tanışıyorum, masaya her gelen bir soluklanma süresince oturuyor. İlk günden La Bocalı oluyorum galiba. Masada Patricio ve Walter dışında La Barrica’nın diğer elemanları Ruben ve İgnascio da katılıyor bize. Patricio artık dükkânı kapatıyoruz diyor ve nehir kenarına davet ediyor orada bulunan herkesi. Rio de Plata yani Plata Nehri’nin kıyısında sohbete devam ediyoruz. Güneş La Boca üzerinden yavaş yavaş uzaklaşıyor ve ben Buenos Aires şehrinin gece ışıklarını fotoğraflamak için ayrılıyorum..
GÜMÜŞ NEHRİN KIYISINDA
Rio de la Plata, İspanyolca’da Gümüş Nehir anlamına geliyor. Güney Amerika’nın iki önemli nehri Rio Parana ve Rio Uruguay’ın birleşmesiyle oluşuyor. 290 kilometre uzunluğundaki nehrin Atlas Okyanusu’na döküldüğü bölgeye İtalyanlar “ağız” anlamında “La Boca” adını vermiş. Fakir İtalyan göçmenlerin Arjantin’e ilk ayak bastığı liman, sanki ilk günlerinden kalma fakirliğin ve bakımsızlığın izlerini taşıyor. Buenos Aires şehirleşmeye burada başlamış ama zamanla yoksulluğun kadim dostu La Boca, şehirden iyice kopmuş, bitişiğindeki San Telmo’nun aksine gittikçe eskimiş. Sonraları eski yapılar teneke ve tahtayla örtülüp alabildiğine canlı renklerle boyanıp semtin özgün tarzı yaratılmış. Caminito, La Boca’nın en çok ilgi çeken yeri. Bu küçük, cıvıl cıvıl sokakta rengarek boyalı tahta ve teneke evler, hediyelik eşya satan dükkânlar, sokakta tango yapan dansçılar ve hemen her adımda resim satmaya çalışan ressamlar sıralanıyor.
MARADONA’NIN STADINDA?
Futbol, La Bocalılar için çok önemli. Semtin adını tüm dünyaya duyuran, ülkenin ikinci büyük futbol kulübünün sahası La Boca’da. La Bombonera (Çikolata Kutusu) Stadyumu’nu sadece uzaktan görebiliyorum. İflah olmaz bir futbol tutkunu olmama rağmen ocak ile mart arasında Arjantin liglerinin tatil olduğu ayrıntısını atlamışım.
Futbol tabii ki Arjantin’de hemen her kesimden çok ilgi görüyor. Ülkenin iki önemli futbol takımı Buenos Aires’te: Adını nehirden alan River Plate ve Boca Juniors. Maçların peşinde delicesine koştuğum yıllarda bu iki takım, iki önemli Arjantinli futbolcuyu katmıştı hayatıma. River Plateli Claudio Cannigia ve Bocalı Armando Diego Maradona. Cannigia, sarı uzun saçları ve süratiyle futbol yıldızı olmanın ötesine geçti. Maradona ise futbolun din muamelesi gördüğü Arjantin’de, tanrı muamelesi gördü. Çünkü Maradona dünyanın en iyi futbolcusu olmanın ötesinde yoksul halkın kahramanıydı. La Boca ve Napoli’nin kahramanı. Arjantin’de River’e, İtalya’da ise Milan, Juventus gibi büyük ve zengin şehir takımlarına karşı kazanılan zaferlerin kumandanıydı.
Seyahat Mektubu’na La Bocalı arkadaşlarımla başlatmıştık, yine onlarla bitirelim. Buenos Aires’teki son günümü de La Boca’ya ayırdım. La Barrica’daki dostlar ve Buenos Aires’ten arkadaşım Romina ile La Barrica’da buluştuk. Bu kez daha kalabalıktık, büyük bir masaya doluştuk. Ignascio, el yapımı, kovboy şapkası benzeri deri kösele arası Gauço şapkalarından birkaçını getirdi. Küçük ressam Miguel Angel, benim ve Romina’nın karakalem portresini yaptı, benden 20 pesoyu kaptı. Biramız bu kez daha bir hızlı geliyordu. Quilmes’e salam, jambon, turşu ve sucuk eşlik ediyordu. Fazla çeşit olmasa da soframız zengin sayılırdı. Neredeyse bütün mahalle uğradı masamıza; tanıdıklarım, tanımadıklarım... Hemen hepsi haritada bile yerini bulamadıkları bir şehrin insanına, bana İstanbul’u soruyordu. Hepsini davet ettim. Romina zaten gelecekti, Patricio,“Geleceğim dostum, söz” dedi. Güneş yavaş yavaş batarken masa da boşaldı. Önce mezeler bitti, sonra insanlar gitti, biz bize kaldık. Romina Catalan, Patricio McAllister, Walter Gimenes ve ben. Quilmesler bitti, müzik sustu, masada hiçbir şey kalmadı, orada yaşanan her şeyi yanımda getirdim...
LİMAN ADAMLARI, FAHİŞELER VE DANS
La Boca, tangonun doğduğu semt. İlk ve tek liman olduğu günlerde, semtte çalışan, yaşayan işçi sınıfı geliştirmişti bu dansı. Anlatılanlara göre, Yeni Dünya’ya umutla gelen İtalyan göçmenler, Buenos Aires’te iş bulamayıp limana yerleşir ve Portenoslara yani “liman adamları”na karışır. İşsiz kalabalıklar, Küba şarkıları, Brezilya ve Afrika ritimleri harmanlayıp gitar eşliğinde şarkılar söylemeye, küfure, argoya, erkek erkeğe yaşamaya alışır. Kadına ve ülkelerine hasret yaşarlar. Tango, önce erkekler arasında başlar. Aralarına fahişeler katılır. Zenginler önce aşağılar bu dansı, sonra beyefendiler ve “iyi aile kadınları” da dans kervanına katılır. Tangonun şöhreti sınırları aşar.
Tangodan söz açılmışken ünlü tango şarkıcısı Carlos Gardel’den bahsetmemek olmaz. Zira “Tango bugün varsa Carlos Gardel sayesindedir” diyenler hiç de az değil. Uruguay’da doğup, Buenos Aires’e göç eden Gardel, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde öyle popüler oldu ki, 1935’te uçak kazasında ölünce ardından birçok genç kızın intihar ettiği söylenir. Frank Sinatra’dan sonra en çok plağı yayımlanan şarkıcı Gardel.
Tango müziğinin efsanesi Carlos Gardel’in bayrağını uzun yıllar bandoneonu (akordeon benzeri enstrüman) ile Astor Piazzolla taşıdı. Carlos’tan yadigâr kalan briyantinli saçlar, kadında yüksek topuklu, bilekten atkılı ayakkabılar, vücudu giydiren değil, neredeyse soyan giysiler, derin yırtmaçlar arasından uzayıp giden bacaklar, dişinin de dişisi bedenler... Ve elbette ki meydan okuyan hareketler: Gözün, yakalamaya yetişemediği uçan ayaklar, sessizce konuşan yüzler, çığlık atan bedenler. Tango adeta bu toprakların dili!
ARJANTİN’DEN NOTLAR
Arjantin güney yarımkürede, biz kışı yaşarken burası sıcaktan yanıyor. Ocak - mart arası ziyaret için ideal zaman. En kalabalık şehri Buenos Aires, Arjantin içinde bir başka Arjantin. Ülke halkı aşırı kalabalık olduğunu düşünüyor, daha çok turistlerin ve gençlerin ilgisini çekiyor. Bu ülkede yapılabilecekler listesine her an yeni bir şey ekleyebilirsiniz. Dilerseniz tarihi yerleri ziyaret edin, dilerseniz parkları, bahçeleri gezin ya da cıvıl cıvıl sokaklarında, dolup taşan barlarında eğlencenin doyasıya tadını çıkarın.
BUNLARI UNUTMAYIN Ülkenin en ünlü birası olan Qielmes’in mutlaka tadına bakın.
Buenos Aires’te dünyanın en lezzetli bifteğini yeme şansına sahipsiniz.
La Boca’daki cıvıl cıvıl Caminito Sokağı’na uğramayı unutmayın.
La Boca tangonun doğduğu yer olarak biliniyor. Buraya kadar gelmişken tango gösterilerini yalnızca izlemekle kalmayın, dolup taşan tango barlarında bu dansa hızlı bir giriş yapma fırsatını kaçırmayın.
La Bombonera’yı görmeden dönmeyin.