Güncelleme Tarihi:
Babası, önce şehirde denedi şansını, olmadı, ailesini alıp Mersin’e, Tarsus ilçesine taşındı. Şehrin kenar mahallesinde bir gecekondu kiraladı baba Hüsnü, gündelik işler bulabiliyordu ancak. Zar zor, öğün atlayarak büyütebildi çocuklarını. En büyüğü Mahmut, 12 yaşına gelince bir bakkala çıkar verildi, eve üç kuruş katkısı olsun için. Hacer, Doğan ve son numara Talip de yaşları gelince 27 Aralık İlkokulu’na verdiler. Çok ağladı Talip, anasının eteğine yapıştı, tepindi ama sonunda Bestami Öğretmen’in elinden tuttuğu gibi sınıfa girdi. İyi kötü okudu, Hacer Abula’sı derslerinde yardımcı olurdu ona. Daha okuldan dönüş yolunda haytalığa başlar, rüzgardan yanakları kara kara, koşuşturmaya başlardı, ta Makbule Anası, yahut Hacer gecekondunun eşiğinde görünüp, ‘Taliiiip, boynu devrilesi, çabuk gel buraa!’ diye bağırana dek. Yere diz çöker, sol dirseğini sedire, başını da sol elinin ayasına dayar, henüz sokağın soğuğu yanaklarında, burnunu çeke çeke küçük parmaklarıyla çizgili defterine önce O’lar, sonra E’ler, derken B’ler çizerdi...
Babasının gücü Talip’i ortaokula vermeye yetmedi. O da abileri gibi 11-12 yaşında çalışmaya başladı. Önce otomobil yıkadı, sonra Ankara-Tarsus otobüslerinde yolculara kolonya tuttu, su koşturdu... 18’inde askere gitti, acemiliğini Isparta’da, ustalığını Samsun’da Orduevi’nde hizmetli olarak yaptı.
Her bayramda elini öpmeye gittiği, şekerini yediği Bestami Öğretmen önerdi, hatta kalkıp Kaymakam’a kadar götürdü onu askerlik dönüşü, bir memuriyet ayarlayabilir miyim diye.
Epey uğraştı, araya bir hemşerisini koydu, para kaptırdı, ama 24 yaşında hayatının en büyük hayalini gerçekleştirdi: Memur olarak işe başladı. Artık bir sigortası, az ama her aybaşı aldığı bir maaşı, kış gelirken de bir takım elbiseyle iki gömleği vardı. Kazım Ekenler Ticaret Meslek Lisesi’nde müstahdem olarak başladı işe.
Uzatmayayım, annesiyle Makbule Teyzesi bir oldular, artık iş güç sahibi de olan Talip’e kendileri gibi Antep’ten göçmüş, Tarsus Halinde çalışan bir hemşerilerinin ortanca kızı Güllü’yü istediler. Başta görücü usulüyle tanıştığı, imam nikahıyla gecekondunun bir odasına kapatıldığı Güllü’ye nasıl muamele edeceğini bilemedi, ama zamanla sevdi ve saydı karısını. Önce İskender doğdu, iki sene sonra Nazlı. “Eh, bir kız bir oğlan, Allah her tadı tattırdı bize, iki çocuğu adam gibi büyütelim de...” dediler, başka istemediler.
Talip’in varı yoğu işte bu iki çocuğu ve el üstünde tuttuğu Güllü’süydü. Sabah, lisenin bahçesindeki lojmanda önce Güllü uyanır, yeşilli kırmızılı yorganın altından buz gibi odaya o kalkar, akşamdan Talip’in hazır ediverdiği odunları saç sobaya atar, üstüne çayı koyar, önce (daha ağır kanlı olan ve ‘Halasına çekmiş’ diye kakaladığı) Nazlı’yı, ardından İskender’i uyandırır, yedirir, giydirir, elele okula, babalarının da mezun olduğu eski adıyla 27 Aralık, yeni adıyla Şehit Muhittin Ekin Tanrıöver İlköğretim Okulu’na yolcu eder, Talip’e öyle seslenirdi.
Talip, çizgili pijaması, lastik terlikleri, üstünde köye dönen ve başındaki tülbentin sabun kokusu bile burnunda tüten anacığı Makbule’nin hayır dualarıyla ördüğü kolsuz kahverengi yelek, siyah zeytin ve domatesle kahvaltısını yapar, traşını olur, yeşil pamuklu kalın gömleğini, kışlık verdikleri kahverengi takım elbiseyi giyer, çözmeden çıkardığı kravatı boynuna geçirir, işinin başına giderdi.
Dedim ya müstahdemdi Talip, Müdür Bey’in ve öğretmenlerin ‘Talip Efendi’si, her birini adıyla bildiği öğrencilerin ‘Talip Abisi’ydi...
Çok önem verirdi işine, saygı duyardı, ciddiye alırdı. ‘Okuyup hoca olamadık Lise’ye, ama bizimki de eğitime hizmet, çocuklara iyi örnek olmak lazım’ derdi. Ve kalbinin ta en derinindeki hayalini Güllü’süne bile itiraf edemezdi. ‘Okutacağım çocukları, ikisi de liseyi, üniversiteyi bitirecek. Bir gün, babalarının yerleri paspasladığı, öğretmenler odasına çay koşturduğu bu liseye, de ki Nazlı coğrafya öğretmeni, İskender de, niye olmasın, Müdür olacaktı...’
‘Allah bana ömür versin, sağlık versin, ne yapar yapar okuturum çocukları, zaten akşam, mesaiden sonra, bir ecza deposundan gel gece bekçiliği yap dediler..!’
Eline geçecek ilk parayla, İskender’in okuldaki çocuklarda görüp ağladığı G.Antepspor’un renklerini taşıyan spor ayakkabısını, Hacer’in teyze kızından kalan paltosu yerine de bir yenisini alacaktı. Güllü için de projeleri vardı da, onun da zamanı gelecekti.
O akşam, yemekten kalktığında aklından geçenler bunlardı. Önce yer yatağında uyuyan çocuklarını öptü, sonra karısıyla biraz oturup bir cigara içti, anasının beyaz sabun kokusu sinmiştir diye kahverengi yeleğini şöyle bir kokladı, ‘Hep yaşayan anamın adını anıyorum, rahmetli gücenir’ diye babasının ruhuna bir dua okuyup yatağa girdi, sırtını döndü ki... okulun avlusundan bir ses geldi. Demir kapı ‘dannn’ diye vurduydu sanki.
Lastik terliklerini ayağına geçirip fırladı, karanlıkta ve yağmurda bir şey göremedi ama tam depoya doğru duvarın dibinden koşuyordu ki... iki adamla burun buruna geldi.
Milli Eğitim’in bir koca lisesinin bütün sorumluluğuyla, biraz da askerde edindiği refleks depreştiğinden belki, ‘Dur! Kimdir o?’ diye bağırdı. Tam o anda fark etti kendine doğru savrulan bıçağı, karnında bir acı hissetti, dizlerinin üstüne düştü, kaçan adamları fark etmedi bile...
Midesini tutarak doğruldu, eve gitse, kan içinde, çocuklar uyanırsa..., aman Allah, Güllü Kııı diyecek, sesi çıkmadı, yolun karşısında Askerlik Şubesi, bir nöbetçi vardır inşallah, inşallahı mı var lan, vardır mutlak... Sendeleye düşe kalka, nöbetçi gördü onu, içeriye bağırdı telaşla, asker olduğunu unutup ‘Poliiis!’ diye, utandı... Başçavuş hemen ambülans çağırdı, sedyeye aldıklarında şuuru yerindeydi daha Talip’in, çok canı yanıyordu ama ‘Yok be korkmuyom ölümden’ diye düşündü, İskender geldi gözünün önüne, ‘Ulan bana bi’bok olsa, Güllü n’eder, Hacer’le oğlanla bi’başına...’ Paniğe kapıldı birden. Okulda öğretmenler yahut çocuklar ters bir laf eder de canı sıkılırsa yaptığı gibi, Hacer’i coğrafya dersine, İskender’i bayrak töreninde çocuklara nutuk atarken düşünmeye çalıştı, yenemedi korkusunu, ‘N’edcek şincik Güllü tek başına...’
*
Ambülans Devlet Hastanesi’nin bahçesine girdiğinde kanı boşalmıştı Talip’in, ölüm değil, ayrılık koymuştu ona. Güllü, Hacer, İskender, en son bayramda boynuna sarıldığı anasının hışır hışır elleri... Hay ananı s.., kızın paltosu...
Acı haber eve tez ulaştı, Güllü dövünmeye, Hacer ağlamaya başladı, İskender boş gözlerle eve girip çıkanları seyretti, Makbule Teyze’ye diyemediler gözünün bebeği öldü diye...
Allah’tan Talip olup biteni görmedi, hayalleriyle gitti, çocuklar okumuş, hademelik ettiği okula öğretmen, müdür olmuş; bayramda Güllü’ye, Tarsus’taki hani o dükkanda görüp de kocası üzülür diye görmemiş gibi yaptığı krem rengi el çantasını almış; hatta bir izin ayarlayıp da köye gidebilirse eğer, anacığına da belkim (karısından gizli) bir küçük aygaz ocağı...
Not: Hem Talip Küçük’ten, okurlarsa sevenlerinden ve asıl sizlerden özür diliyorum. 42 yaşındaki müstahdem Talip Küçük’ün çalıştığı okula giren hırsızlar tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünü yazan küçük bir haberdi aslında. İtiraf ediyorum ki, hikayenin öncesini sonrasını ben uydurdum. Doğduğu yeri, köyünü, anasını, çocuklarını, hayallerini... Ama, Talip’in mutlaka buna benzer bir hayat macerası, endişeleri, sevgileri, hayalleri vardı. Talip, 42 yaşında, geride karısını, iki çocuğunu, belki de gerçekten köydeki dul anasını ve korkularını ve umutlarını ve hayallerini bırakarak gitti...