Güncelleme Tarihi:
HACİWAT- Ne diyorsun Qaragözüm... Ben çoook tanıklık ettim bu meydanda tarihe.
Q- Hadi be, senin yaşın tutmaz ki!
H- Olur mu! 1989’da Bulgaristan’da Türklere yapılan zulmü protesto için büyük bir miting düzenlenmişti. Küçüktüm ama getirmişlerdi beni. 1998’de Kadınlar Günü’nde polisle HADEP (şimdiki BDP) taraftarlarının çatışmasına rastgelmiştim. Aynı yıl 29 Ekim’deyse Cumhuriyet’in 75. yılı kutlama konserleri vardı, 300 kişi çıkmıştı sahneye hiç unutmam.
Q- Neler görmüş bu meydan be Hacı caw caw. Ama buradaki kışlayı niye yıkmışlar hâlâ anlayamadım...
H- Kışlayı neden buraya yapmışlar, önce onu söyleyeyim. Bak, İstiklal’e doğru türbe gibi yapı var, adı maksem... Bölgeye gelen suların paylaştırılması için yapılmış 1732’de. Beyoğlu (eski adıyla Pera) orada bitiyor. Ondan sonrası artık şehir dışı. Oradan Teşvikiye’ye kadar askeri alanlar yapılmış. Topçu Kışlası, Taşkışla, Talimhane, Harbiye... Dikkat edersen hep askeri isimler.
Q- Dur hele, Atatürk’ün okuduğu Harbiye, bu ilerideki Harbiye mi?
H- Aynen öyle. Harbiye’den mezun olduktan dört yıl sonra, 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmak için gelen Harekât Ordusu’nda dönüyor buraya. Ama ayaklanmacıların öncüsü sanıldığı gibi Taksim Kışlası’ndan değil, biraz ötedeki Taşkışla’dan çıkan Avcı Taburu.
Q- İyi de o ayaklanmanın anısını silmek için yıkılmadı mı o kışla?
H- Qaragözüm, ikisi arasında tam 30 yıl var. Biri 1909, diğeri 1939. İstanbul’un işgalinden, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar öyle farklı işler görmüş ki mekân... İşgal kuvvetleri de kullanmış, stada çevrilmiş futbol maçları da yapılmış. Ayrıca kışla doğrudan ayaklanmayla ilişkilendirilebilecek bir yapı da değil. Yoksa çok daha önceden bir ‘intikam ritüeli’ olarak yıkılırdı. Zaten ardındaki düşünceyi, kışlayı yıktıran Lütfi Kırdar’ın hazırlattığı kitapta görebiliyorsun... O, Milli Şef İnönü’nün beklentisine uygun Batılı bir şehir inşa etme derdinde. Kışlanın çoktan harap olduğunu düşünüyor, yıkımı çok da dert etmiyor. Yerine yapılacak Gezi Parkı aynı Paris’teki meşhur parklar gibi olsun istiyor. Projeyi hazırlayan Henri Prost’un da kışlanın bu sembolik anlamını bildiğini hiç sanmıyorum.
Q- O zaman iyi mi olmuş yani kışlanın yıkıldığı?
H- Yok, illa öyledir diyemem. Mesela, İstanbul âşığı Çelik Gülersoy “Park güzel de keşke kışlanın o zarif kubbeli dış cephesini koruyup öyle park yapsalardı” demiş. Mimari olarak değerli bir eser yok olmuş çünkü. Bugünse mimari değer kimsenin derdi değil tabii... Mesele alan hâkimiyeti!
Q- Taksim Anıtı peki, kışla yıkıldıktan sonra mı yapılmış?
H- Hayır, anıt 1928’de kışla hâlâ oradayken açılıyor. Cumhuriyet’in İstanbul’daki ilk simgesi, ilk meydanı, ilk anıtı... Anıt çok önemli. Çünkü farklı milletten insanların ve eski işgalcilerin Pera’sı ile ‘istiklal’ini yeni kazanmış ki caddenin adı da buradan gelir.Türklerin sembolik sınırı sanki. Hem ayrım hem de buluşma noktası. Anıtın, Cumhuriyet’i, Batılılaşmayı simgeleyen yüzü Beyoğlu’na, 30 Ağustos askeri zaferini anlatan yüzüyse Harbiye’ye bakıyor! Bir yüzünde başı örtülü, bir yüzünde başı açık kadın figürü var. Yeni rejim, aynı Ankara’da olduğu gibi eskiyi terk edip ‘yenileşen bir İstanbul’ kurmak istiyor. Meydan, Cumhuriyet’in İstanbul’daki başlangıç noktası adeta.
Q- Bak, şimdi anladım... Herkesin bu meydana hâkim olmak için neden birbirini yediğini!
H- Evet, Karagözüm. Taksim bir türlü paylaşılamıyor. Çünkü Ankara’nın İstanbul’daki ilk ve en güçlü simgesi. Ona hâkim olan, kendini rejimin de hâkimi sanıyor! Nice can kayıpları yaşanan 1969’daki Kanlı Pazar, 1977’deki Kanlı 1 Mayıs gibi olaylar hep bu mücadelenin yansımaları. Güç gösterileri eninde sonunda çatışmaya dönüşüyor. Al işte bak etrafına, durum çok mu farklı? Yıllarca süren cami tartışmalarına, AKM’ye falan da hiç girmedim üstelik. Yani, anlatacak o kadar çok şey var ki Taksim, anıt, Gezi Parkı ve çevresi hakkında...
Q- Gezi’deki şu ağaçların dili olsa da anlatsa diyorsun yani! Arkadaş ne meydanmış ki 90 senedir bir doğru dürüst paylaşmayı becerememişiz.
H- Sorunları açıkça müzakere edemiyoruz bir türlü. Semboller üzerinden siyaset yapıyoruz. Böyle olduğu sürece de ilerlememiz zor. Ama umut tükenmez... Artık önümüzdeki maçlara bakacağız Qaragözüm...
Tarih sokakta yazılırken...
Tarihte çok nadir görülebilecek bir hareketle karşı karşıyayız. Keyfinin pek yerinde olduğunu düşündüğümüz seçkinler hiç aracısız, bizzat meydanlardalar. İyi de ne oldu sahiden, rahat mı battı bu insanlara?
Üst sınıfların yaşam tarzına tepki veren Patrona Halil İsyanı’ndan tutun da ‘sans-culottes’ denilen ‘baldırı çıplak’ ahalinin 1789’da Paris’teki ayaklanmasına... Veya tüm dünyaya dalga dalga yayılan 68 eylemlerine kadar, tarih pek çok halk hareketi ve toplumsal sarsıntı gördü. Ama bugün Türkiye’de, (belki de dünya tarihinde bile) eşine zor rastlanır bir dinamik görüyoruz... Toplumun en üst katmanlarını oluşturan A ve B sosyal sınıflarının muazzam bir istekle, aşkla ve cesaretle protestolara bireysel katılımı!
GÜNDÜZ PLAZADA GECE MEYDANDA
Hayatının geride kalan yıllarında isyanlarla ilişkisi, Londra veya New York’ta Les Misérables (Victor Hugo’nun Paris’teki 1832 Haziran Ayaklanması ile biten Sefiller adlı eseri*) müzikalini izlemek veya hakemlerin, federasyonun kararlarına karşı çıkmakla sınırlı kalan bu insanlar, ne oldu da bir anda meydanlara koştular? “Helal olsun size, 40’ından sonra bizim gibi apolitikleri anarşist yaptınız” diyen tweet’ler attılar? Hakikaten, rahat mı battı bu insanlara? Hafta sonu bahçeli, havuzlu sitelerinde takılmak, temiz temiz AVM’lerinde alışveriş sonrası, ‘light’ bir şeyler yemek varken, onları Gezi Parkı’nda toplanmaya, bol bol biber gazı yemeye ve çöp toplamaya iten nedir? Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken, ekonomi gayet iyi giderken nedir bu ‘nankörlük’, nedir bu isyan? Pek çokları anlamakta zorlansalar da aslında yanıt çok basit...
NEDİR BU İNSANLARIN DERDİ?
Karnını doyurup, altını bezlemek, insanı mutlu etmeye yetmiyor. Derin bir egosu var, sevme ve sevilme ihtiyacı var; kendine özgü istekleri var, geleceğine dair hayalleri var... Var da var... Ama insanların şu anda öncelikle, saygı görme ve seslerini duyurma talebi var.
Tarih, hep ezilen kalabalıkların idealist devrimciler veya ayrıcalıklı sınıflar tarafından harekete geçirilmesini kaydetti. Oysa şu anda ‘tavan tabana’ zıt bir durum söz konusu. Meydanları üniversite kampüslerine çeviren gençlerin yanında beyaz yakalılar, küçük girişimciler ve hatta büyük girişimciler var. Diğer bir deyişle, meydanlarda sadece ‘sans-culottes’ (Taksim’deki çoğunluğun şort giydiği düşünülecek olursa baldırı çıplak doğru terim olabilir) gençler değil, ‘Agent Provocateur**’den ya da ‘Victoria’s Secret’tan alışveriş yapabilen insanlar da var! Uzun süredir bunalan seçkin sınıflarla iyi eğitimli gençlerin başını çektiği kalabalıklar bu defa (aracısız olarak) bizzat meydanlara çıktılar. “Biz de buradayız ve yaşam biçimlerimize saygı istiyoruz” diyorlar. Ve uzunca bir süredir taleplerini duymazdan gelen, dediğim dedikçi tavra ‘kırmızı kart’ çıkartıyorlar.
Artık şurası apaçık ortada: Toplumun ihtiyaçlarını ‘yarım’ bırakmak, mutlu ettiğinize inandığınız ‘diğer yarı’nın da huzurunu sarsıyor. Kaldı ki, siyahla-beyaz gibi birbirinden tamamen ayrılmış iki toplumsal parçadan söz etmiyoruz. Türkiye, beyazdan siyaha grinin yüzlerce tonunu kapsayan rengârenk, insan zengini bir ülke. Ve ne iyi ki de öyle.
NOT: * Ben bu satırları yazdıktan kısa bir süre sonra ülkemizin yaratıcı ‘çapulcular’ı, sözünü ettiğim ‘Les Misérables’ eserini internette ‘Les Chapulables’ olarak adapte etmişlerdi bile!
**Agent Provocateur: Üst sınıfa hitap eden ünlü bir global iç giyim markası. Kelime anlamıysa ‘provokatör ajan’dır.