Güncelleme Tarihi:
“Küçük ev” derdik. Sırtını duvara dayamış, gerçekten küçük, ince uzun, tek katlı bir binaydı.
Kimseye danışmadan hatırlamaya çalışacağım bakalım:
Andelip Sokak tarafında büyücek bir yatak odası, sonra – ortasında kömür sobası kurulu, duvarında guguklu saat – salon(cuk), yemek yediğimiz yer ve koridor. Koridorun sağ tarafında bahçeye bakan (dedemin son günlerini yaşadığı ve vefat ettiği) tek basamakla inilen küçük bir oda. Sol tarafında benyuvarlı banyo. Sonra, solda mutfak, sağda Nevres Nene’nin yattığı (gece uykusunda kalbi duruvermiş, bir sabah naaşını çıkardılar) küçük oda. Mutfaktan bahçeye açılan bir kapı. Hemen solda rutubet kokan kiler.
*
Bahar gelir, anneannem, annem, Ayşe Nene, Nevres Nene bahar temizliğine girişirler. Küçük evin arkasındaki o küçük pencereli kilere merdaneli çamaşır makinesi kurulur, şilteler, yorganlar, yastıklar taşlığa, güneşe çıkarılır. Zayıf bahar güneşine. Işıl ışıl, pırıl pırıl, ama ışığı kadar gücü olmayan, insanı ısıtamayan, sabahın serinliğinde insanın içine ağır ağır işleyen.
Kadınların koşuşturmacası arasında, çocuk Serdar (herhalde 3-4 yaşlarında), hemen incir ağacının altına serilen şilteye atar kendini, kılıfsız yastığa başını koyar, sabah güneşi ısıtmaz derim ya, çarşafsız yorganlardan birine sarılır.
Sabah mahmurluğu, yarı uykuda, yarı uyanık, keyif yapar. Merdanenin “tıııııık-tık, tıııııık-tık”ı, çalkalanan suyun şıpırtısı, ortalığa yayılan beyaz sabun kokusu, anneannemin, annemin, arada nasılsa bir vakit bulup bana peynir-ekmek getiren Androniki Dadı’nın tanıdık, huzurlu, güven veren sesleriyle yarı uykuya dalar.
Hâlâ burnuma o mis gibi sabun kokusu geliyor. Loş mutfakta, uçuk sarı rafların, tel dolapların üstüne dizilmiş, ulaşmak için, siyah-yeşil taşlı, sarı musluklu lavaboya dizimle basıp tırmandığım kalıp kalıp sabunlar. Komili mi, Hacı Şakir mi, markasız mı? Mutfakta kullanılan taş gibi yeşil sabunun kokusu ayrı, beyaz sabunun kokusu bir başka güzel. Koklayayım dersen hapşırtır insanı.
Uykuya doğru kayarken, çamaşır makinesinin mırıltıya dönüşen sesi, sabuna alıştıkça hissedilen incir kokusu, vızırdayan eşek arısı, yanıma kıvrılan “Sarı kedi samur kedi”, kadınların terliklerini şıpırdatarak gidiş gelişleri... derken:
- Serdar Bey, bir erkeğe ihtiyaç var, bizim kuvvetimiz yetmedi!
“Erkek” fırlıyor yattığı yerden. Zaten sıkılmaya başlamıştı artık başı yorganın altında. Yükselen güneş de iyice ısıtır hatta yakar olmuştu...
Sırayla, önce Serdar çeviriyor kolu, Zeynep kaynar sudan tahta maşayla çektiği çarşafı, fanileyi yahut gömleği silindirilerin arasına sıkıştırıyor. Sabunlu su makineye akarken, çamaşır, yerdeki sepete dökülüyor, zigzaglar çizerek katlanarak. Sonra yer değiştirecekler, bir de durulama suyunu sıkmak lazım. Bu sefer kolu Zeynep çevirecek bu sefer, silindiri Serdar besleyecek.
Mehtemelen, çamaşır ipine boyları yetmeyecektir. Zaten asarken çarşafı yere sürer pisletirler diye “Annane” titizlenecektir.
Tarihleri bilemiyorum. Çocuk hafızam kaydetmemiş. Sele dolusu yeşil zeytin de senenin bu mevsiminde mi gelirdi? Yine küçük evin mutfağının önünde taşlıkta oturur, çoluk çocuk bu mevsimde mi “zeytini çizer”, salamura dolu toprak küplere atardık. Tırnaklarımızın içi kapkara olur... Yok, yok, bu dediğim sonbahardaydı galiba.
Neyse, zeytini bilmem, ama “taka taka dız dız” eminim bahar mevsiminde gelirdi bizi eve.
Bu sefer, rüzgarsız olsun, yerler temiz olsun diye, “Büyük ev”in Gazi Evranos’a bakan balkonuna atılırdı yorganlar ve şilteler. Kumaş sökülür, içindeki (kış boyunca ezilmiş, sıkışmış, top top olmuş) pamuk, büyük bir çarşafın üzerine serilir, iyice havalandırılırdı önce. Sonra “taka taka dız dız” çağrılırdı. Yani hallaç. Şimdiki çocuklar, yaşı genç olanlar bilmez.
Zeynep’le Serdar, sonra Ayşegül kız, İpek, Sedef, hatta daha kucakta gezinen topaç gibi Banu bir kenara “saygıyla” çöker, hallaçın elindeki (lobut gibi) tokmağı bir yerdeki pamuğa (taka taka) bir tellere (dız dız) vurarak “pamuğu atışını” seyrederler.
O gece, yeni atılmış yastıkta uyumak bir tuhaftır. Ezik yastığa alışmışız bütün kış, insanın boynu ağrır ilk gece.
Evet, hallaça “taka taka dız dız” der bizim evin çocukları. Sotirya Dadı ezberletmiş anama tekerlemeyi, bize de anacığım öğretti :
Sen benim keyfimin kahyasının tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?
*
Biz, öyle gerekti, 1968’de ayrıldık Yeşilköy’den. Beslan Dayım kaldı. Yeşilköy’de yaşadı ve programı orada bitirdi. Annemin, ablamın mezun olduğu, benim de 4. sınıfa kadar okuduğum Yeşilköy İlkokulu’nun karşısındaki camide (okulun adı da, caminin adı da değişmiş) kıldık dayı beyin namazını. Gusülhanede bize yardım eden, Allah razı olsun koşuşturan, tabutun altına giren orta yaşlı bir Yeşilköylü bir ara bana sordu:
- Serdar Bey, bak bakalım beni hatırlayacak mısın?
Yüzüne dikkatle baktım.
- 33 sene geçti, ama... bir tahmin yürüteceğim. Yanlışım varsa darılmaca yok, tamam mı?
- Söyle hele..
- Sen bizim taka taka dız dız’sın, Hallaç Bahri Abi.
Cevap vermedi, boynuma sarılıp ağlamaya başladı, “Beslan Amca’nın bende çok hakkı vardır!”
Doğru bildim demek ki!
*
Sen benim keyfimin kahyasının tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?
Not-1: Herkes haddini bilsin. Size tavsiyem, Sait’in “Mavi gözlü hallaç baba” hikayesini okuyun, bakın ustası bir hallacı nasıl anlatılırmış!..
Not-2: Hürriyet arşivinde fotoğraf bulamayınca “Yoktur a!...” diye umutsuz, internette bir tarama yaptım. Artık kimin sitesiyle, fikir, emek kiminse... ellerine sağlık, Sihirlitur diye bir site çıktı karşıma. Kaybolan sokak satıcıları, diye bir bölüm, bir iki fotoğraf, macuncu, yoğurtçu, kalaycı... Bu haberdeki iki fotoğrafı bu güzel siteden aldım. (www.sihirlitur.com)