“Tam şu an, ben bu yazıyı yazarken, masanın üzerinde bir ağız tabağı, bir uğur böceği, bir bardak bal şarabı, yandaki taburede de mavi bir kuş var.“ Tuttuğum notlara göz gezdiriyorum. Daha geçen ay, Etiyopya’da Omo Vadisi’nin güneybatısında, Surma kabilesinin yanındaydım. Sudan, Kenya ve Etiyopya sınırlarının buluştuğu, Kibbish Nehri’nin Sudan’a doğru ilerlerken, Surma kabilesine hayat verdiği yerde... Her ne kadar yeni yollar yapılıyor olsa da, bölgeye ulaşmak çok kolay değil. Başkent Adis Ababa’dan kiraladığım şoförlü ciple, yaklaşık iki günlük yolculukla vardım Kibbish’e.
Yolların yüzde 80’i toprak. Çin firmalarının mühendisleri yolları asfaltlıyor. Bu bölgenin karayollarında otomobile nadir rastlanıyor, onlar da Birleşmiş Milletler ya da hükümet araçları. Halk yürüyor, eşyayı kağnıyla taşıyor. Otoyola o kadar yabancılar ki ortadan yürüyor, hatta yatıp uyuyorlar. Bu nedenle çok kaza oluyor.
SEN NEDEN BEYAZSINKibbish yolunda iki gece konaklamamız gerekti. İlki, başkentin 350 kilometre güney doğusundaki Jimma adlı küçük şehirde. İkincisi, 300 kilometre güney batıda, Omo Ulusal Parkı ile Sudan sınırı arasındaki Tum adlı köyde. Dizi ve Menit kabilelerinin yaşadığı köyde, küçük uçakların havaalanı olarak kullandığı bir futbol sahası vardı. Bölgede kalacak düzgün bir otel olmadığı için çadırda konaklamak gerekti. Önce köyün polis tayin ettiği kişiden izin aldık. Kulübelerin arasına çadır kurarken turiste alışık olmayan köylüler “hoşgeldin” diyor, başımızda silahlı polisler bekliyordu. Tüfekler Suma kabilesinin saldırılarından korunmak için... Ve biz onlara gidiyoruz!
Hava sıcak, nemli. Akşam karanlıkta, yemeğimizi yiyoruz. Burada adetten, herşeyi paylaşıyoruz. Hiçbir şey ziyan edilmiyor, tabak, tencere ekmekle sıyrılıyor,
yemek asla atılmıyor. Yaşlı polis ev yapımı birasını içerken, bir yandan benimle sohbet ediyor. “Buraya daha önce yalnız beyaz kadın hiç gelmedi, sen niye geldin” diyor. “Sizleri görmeye geldim” cevabına çok seviniyor. İlk kez bir Türk’le karşılaştığını söyleyip ekliyor: “En sevdiğim Türk sensin!”
İlk kez çadırda kaldığım geceyi sağnak yağmur, gökgürültüsüyle geçirip sabah gün ışırken dışarı çıkıyorum. Çevremi saran çocuklarla oynayıp, hep birlikte kahvaltı edip, sonra köyü geziyoruz. Ortalama ömür kısa olduğu için, yaşlıya rastlanmıyor. Köyün yegane yaşlısını ziyaret ediyoruz. Kerpiç kulübelerin arasında bir kadın beni sevgiyle kucaklayıp “sen neden beyazsın” diye soruyor. Elini elimin yanına koyuyor. Renk farkına beraber gülüyoruz. Tum ahalisini köyün tek kuyusunun başında, su kuyruğunda bırakıp yola koyuluyoruz tekrar. Kibbish’e, Surmalara doğru...
BULUTLAR VE ÇOCUKLARGüney Etiyopya, bizi yağmur sonrası kaleidoskobu andıran doğasıyla karşılıyor. Başkentin güneyindeki Rift Vadisi boyunca göller, çay ve kahve ekilen alanlar, ormanlardan geçmiştik. Arada ansızın çöller çıkıyordu karşımıza. Şimdi Omo Vadisi’ndeyiz. Vadi bütün endamı, canlılığıyla gözlerimi kamaştırıyor. Gökyüzünün rengi, bulutlar, ağaçlar, sesler, her şey çok farklı burada. “İnsanlığın doğduğu yer” ünvanını gururla taşıyor. Masalın içine düşmüşüm gibi hissediyorum, el sallayan, cipin arkasından kocaman gülücüklerle koşan çocuklar adeta birer peri gibi... Bazen dayanamayıp durduruyorum cipi... Doğayı dinlemek istiyorum, çocuklara sarılmak, onları sevmek, insanlarla selamlaşmak istiyorum. Yanağını okşadığım çocuklar, tekrar uzatıyor yanağını, bir daha sevmemi istiyor. (Zeynep Kanra’nın diğer Etiyopya fotoğraflarını www.zeynepinyeri.com’da görebilirsiniz)
İÇKİLERİNDEN İÇTİM, DANS ETTİM DİLLERİNİ BİLMEDEN ANLAŞTIM
Omo Vadisi’ne can veren nehrin batısındaki Kibbish, diğer kabilelerin yaşadığı coğrafyadan çok farklı. Surmalar bize karşı önce, biraz mesafeli, tanımaya çalışıyor sanki. Yavaş yavaş, alıştıkça, açıyorlar bütün kapılarını ardına kadar. Geleneksel “turist” anlayışlarına uymayan, yalnız dolaşan bir kadın ilgilerini çekiyor. Surmalar çok süslü, diğer kabilelerden daha renkli, daha boylu poslu, özgüven sahibi. Çok fazla silahları var. Örtündükleri kumaşların renkleri, takıları, kadınların ağız ve kulaklarındaki tabaklar, birbirleriyle olan iletişimleri, davranışları farklı. Köy meydanındaki kerpiç yapıların duvarları, eflatun, mavi, bordo ve yeşil boyalı. Dallardan yapılmış banklar, ağaç altındaki küçük pazar yerini geride bırakıp yukarılara çıktıkça evler başlıyor. Sabahtan başlıyorlar ev yapımı bira ve bal şaraplarını içmeye. Günün geri kalan kısmında sarhoş dolaşıyorlar. Akşam karanlık inince şarkılar, danslar başlıyor. Sabaha kadar sürüyor şenlik. Saat 04.00’te, uzaklardan çadırıma ulaşan insan polifonisini, müziği hiç unutmayacağım.
DÖVÜŞE ÇIKMADAN İNEK KANI İÇİLİYOR Evlilik çağına gelen kadınlar, küçük yaşta delerek genişlettikleri alt dudaklarına tabak takıyor. Bu gelenek, her ne kadar Etiyopya’da diğer bazı kabilelerde olsa da, esas olarak Surmalara ait. Erkekler, saçlarını jiletle traş etmeyi çok seviyor. Kulaklarını delip tabak, mantar şeklinde tıpa takıp yüzlerini, vücutlarını boyuyorlar. Vücut boyama, özgürlüğün ifadesi. Çalı dikenlerini vücutlarına saplayarak yaptıkları dövmeler de dikkat çekici. Çocuklar, meyve ve çeşitli bitkilerden yaptıkları süslerle her yerlerini donatıyor. Surmalar, artık onlara “Suri” denilmesini istemiyor. Zira bunu birden fazla etnik grup kullanıyor. “Biz Surma’yız” diyorlar ve kültürlerini diğerlerine oranla iyi koruyorlar.
Tarım ve hayvancılık yapan Surmalar, yakındaki Kibbish Nehri’nden de
balık avlıyor. Bölgeden geçenlerden ücret talep ediyor. Kadınlar akşam, erkeklerle özgürce dans etse de gündüz yük taşıyan, ağır işleri yapanlar onlar. Erkeklerin aklı fikri yakışıklı görünmekte ve donga dövüşlerinde.
Donga (veya Sagenai) diğer kabilelerde pek rastlanmayan bir gelenek. İsmini dövüşte kullanılan sopadan alıyor. Donga, eş bulmak veya anlaşmazlığı çözmek için yapılıyor. Yüzlerce savaşcı katılıyor, çok kan akıyor. Savaşçılar dövüşten bir gün önce, ağaç özünden yapılan özel içkiyi içerek hazırlanıyor, dövüş sabahına kadar bir şey yemiyor. Dövüş öncesi, daha önceden ineğin idrarıyla yıkadıkları kaplara, inek kanı doldurarak içiyorlar. İneklerini öldürmüyor, kanı kabın içine akıttıktan sonra, deldikleri noktaya çamurla bastırarak kan akışını durduruyorlar. Savaşçı kanı hemen içiyor. Dövüş alanına giderken de kadınlara çekici görünmek için vücutlarını boyuyorlar. Dövüşler, çok kalabalık oluyor ve büyük bir şenlik havasında geçiyor.
TURİSTİK ROTALARIN DIŞINDAKibbish, henüz çok turistik değil. Ulaşımın zorluğu, bölgede Surma dışında fazla kabile yaşamaması rağbeti azaltmış. Bu sayede Surma kültürü de korunuyor. Kiraladığım cipin şoförü ve aşçıyla dil sorunu yaşadım, köylülerle yaşamadım. Yolda, köyde, İngilizce bilen bilmeyen herkes tek başıma bu kadar yol geldiğimi görünce bana çevreyi tanıtmak için seferber oldu. Bir sürü koca tüfekli adam, ağzı tabaklı kadın, protein eksikliğinden karnı şişmiş çocukla birlikte gezdim köyü iki gün boyunca. “Sen hiç turist gibi değilsin” dediler. İkram ettikleri içkileri içtim, onlar gibi yüzümü boyattım, kulübelerinin yanına kurduğum çadırda uyudum. Onlara dokundum, onların yöntemiyle selamlaştım, saygı gösterdim. Tüm bunları kavrayıp beni aralarına kabul ettiler. Bu nedenle ayrılışım da zor oldu. Seromoniyle ayrıldım köyden.
İstanbul’a, uçakla 5,5 saat mesafedeki Etiyopya’nın bu kültürel zenginliğinden daha önce haberimin olmaması üzüyor beni. Modernleşme canavarı, biliyorum ki, ilerde bir gün büyük hasar verecek onlara. Daha şimdiden, baraj, yol projeleriyle tehdit altındalar. Evet, açlar, henüz aynada yüzlerini görmemişler, TV’leri yok... Ama böyle de mutlular...