Güncelleme Tarihi:
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınan mülteci Almanlara, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kopunca, ülkelerine dönmeleri söylenmişti. Bunu kabul etmeyerek Türkiye’de kalanlar Kırşehir, Çorum ve Yozgat’a enterne edilmişler; ellerinde Haymatlos kimlikleriyle Anadolu bozkırında buluvermişlerdi kendilerini. Türkçesi ‘yurtsuz’ anlamına gelen ‘Haymatlos’ kavramı da böyle yer etmişti zaten Türkçe sözlüklerde.
TÜRKÇE ESERLERİ ALMANCAYA ÇEVİRDİ
Cornelius Bischoff, on bir yaşında altın saçlı, boncuk gözlü bir çocuktu Karaköy limanına ayak bastığında. Daha sonra ailesiyle birlikte Çorum’a enterne edilecek, savaş bittikten sonra ülkesine geri dönse de Türkiye’de kurduğu dostluk bağlarını asla koparmayacaktı. Yaşar Kemal’in romanlarını, Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’nı, Çetin Öner’in Gülibik’ini Almancaya çevirecek ve hatta Kemal Yalçın’ın kaleme alacağı ‘Haymatlos’ romanının başkahramanı olacaktı.
Bischoff, hiç kopmadığı Türkiye’ye, hayatları romana da konu olan kızı Simone, hâlen İstanbul’da yaşayan yeğeni Ethel Rizo ve eşi Anastas Rizo ile birlikte geldi. Birlikte Cornelius’un Çorum sokaklarına nakşedilmiş geçmişini ararlarken, onlara Kemal Yalçın’ın adımları eşlik etti. Çorum’da kaldığı evin önüne geldiklerinde gördüler ki bambaşka hayatlara tanıktı artık o duvarlar. Biraz ileride, bir dönem Dusseldorf’ta yaşamış olan bir Türk kesti Bischoff’un yolunu. Biri Almanya’da, diğeri ise Türkiye’de ‘Haymatlos’ olmuştu, kırk yıllık dost gibi el ele konuştular...
HAYMATLOSLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
Gezimiz sırasında Çorumlulara sorduk. Yaşadıkları sokakta, oturdukları evde bundan yarım asrı aşkın süre evvel sürgün Almanlar yaşamıştı. Acaba haberleri var mıydı? Yoktu.
Tarihimize Batı gibi sahip çıkamadığımıza hayıflanır dururuz hep ama durum Almanya’da da pek farklı değil aslında. Haymatloslar, Türkiye’de olduğu gibi orada da pek bilinmiyor. Aslında, kendisi gibi Almanya’da yaşayan Çorumlu dostu Mehmet Bingöllü’nün araştırmalarından haberdar olana dek, kitabın yazarı Kemal Yalçın bile bilmiyormuş konuyu.
Gezi sonrası, Çorum halkının da katılımıyla gerçekleşen buluşmada enterne Almanlar konuşuldu. Bischoff’a fahri hemşehrilik beratının verildiği etkinlikte, Çorum’da kent hafızası oluşturmaya çalışıldığı vurgulandıkça, neden bu kadar geç kalındı diye soracağımız gelse de, bu kadarını da öpüp başımıza koyup memleketin her köşesine örnek olması umuduyla derin bir iç çektik. Sonra başladık Cornelius Bischoff’la keyifli bir söyleşiye. Okuduğumuz bir romanın kahramanıyla söyleşmek bizi alıp bambaşka âlemlere götürdü...
Yazar Kemal Yalçın
TÜRKİYE’DE RÖNESANSI ONLAR BAŞLATTI
“Osmanlılar İstanbul’u aldıklarında Bizans’ın bilim adamlarını Batı’ya kaçırmışlardı. Onlar Batı’da aydınlanmanın başlangıcı oldular. Hitler’in kaçırdığı Alman bilim insanlarına ise Türkiye kucak açtı. Onlara ‘Buyurun, Türkiye’de Rönesans’ı başlatın’ denmişti adeta. Gerçekten de öyle oldu. Atatürk’ün Çankaya köşkü, TBMM ve Genel Kurmay Başkanlığı binası, İstanbul’daki ÇAPA ve köy enstitülerinin tüm mimari yapısı onların imzasını taşır. Türkiye’de bilim, kültür ve sanat alanında ilk adımları hep onlar attılar. İşte ‘Haymatlos’, Hamburg’ta bulduğum Cornelius Ağabey’in hayatı üzerinden tüm bu yaşanmışlıkları anlatıyor.”
EVİMİZDE BEŞ DİL KONUŞULURDU
Cornelius ve yeğeni Edith’in arkasındaki konak, enterne Almanlar tarafından kullanılıyordu. Birinci katı aşevi, ikinci katı kilise, üçüncüsüyse okul olarak. Şimdi dershane görevi gören konağın içindeki kilisenin rahibi Prusezinski Siegfricol da, Bischoff ailesiyle birlikte Çorum’a enterne edilenler arasındaydı. Daha sonra İstanbul’daki Sankt Georg, yani Avusturya Lisesi’nde felsefe derslerine girecek ve 1955 yılında doğan Edith’i vaftiz edecekti. Edith, başka ülkelerde yaşamayı çok defalar denese de yapamayacak; yıllar sonra verdiği bir röportajda aile sofralarından bahsederken “Hiçbirimiz bir diğer aile üyesi ile aynı nasyonaliteden değildik. Herkes bir araya gelince İtalyanca, Rumca, Almanca, Yunanca ve Türkçe konuşulurdu evimizde. Babam bana ‘Kafanda aritmetiği hangi dilde yapıyorsan anadilin odur’ demişti. Ben her zaman Türkçe’de yaptım” diyecekti.
BİZ BU TOPRAKLARIN TÜRKÜLERİNİ SÖYLERDİK
* Türkiye’ye ilk gelişiniz nasıl oldu?
- Yıl 1939’du. Hitler’in toplara ihtiyacı vardı, yani paraya. Annem İstanbul doğumluşdu. Babam büyük bir miras alıp döneceğini söyleyerek bizden önce gelecekti İstanbul’a. Bizim Naziler parayı duyunca hemen kulakları dikip pasaportu verdiler. Babamın da ailesi Almanya’daydı, nasıl olsa geri dönecek diye düşündüler. Sonra annem, kız kardeşim ve ben annemin pasaportuyla Paris’e, anneannemin yanına geçtik. Evimizi barkımızı olduğu gibi arkada bırakıp, küçük bir bavulla yola çıkmıştık. Oradan Marsilya’dan bir gemiye binip İstanbul’a geçtik. Babam Karaköy’de karşıladı bizi.
* Sonra her şey duruldu mu?
- Sonra harp patladı. O zaman çağırdılar babamı Almanya Başkonsolosluğu’ndan. Eşini boşa, çocuklarınla Almanya’ya dön ve savaş dediler. Çünkü Yahudi’ydi annem ve onlar kendilerinden olmayanı kabul etmiyorlardı. Babam affedersiniz ama ‘nah’ dedi, içinden tabii. Öyle olunca pasaportunu aldılar ve biz Haymatlos kaldık. Ama bu yanlış bir adlandırmaydı aslında. Pasaporta bağlı olarak vatansız kalabilirsin ancak kelime ‘yurtsuz’ anlamına geliyor. Ama yurtsuz kalmadık ki, bizim yurdumuz Anadolu olmuştu. Bu toprakların türkülerini söylerdik. Yazları Tarabya’da otururduk. Babam iyi rakı içerdi, arkadaşı Hamdi Bey de bize gelirdi. Bir gün iki yıllık ikamet izni almakta bize yardımcı olacağını söyledi. Her sene yeniden imzalatmak şartı vardı. İşte biz Türkiye’de böyle yaşadık. Her an bir şey olabilir ve bizi Almanya’ya geri gönderebilirler diye. Ama dönmeyecektik…
* Çorum’a enterne edilince 18 ay orada yaşadınız. Sonra Almanya’ya döndünüz, değil mi?
- Babam Beykoz’daki bir İsviçre firmasında iş buldu. Almanya ile ilişkiler kopunca Türkiye’de çalışan Almanları işten çıkarmaları için baskı yaptılar. Babam dülgerdi, marangozluk da biliyordu. Rum asıllı bir Türk ile ortak olup mobilya mağazası açtılar. Ben Avusturya Lisesi’nde leyli okudum. Paralı bir okuldu ama Almancam çok iyi olduğu için hazırlık okumadım ve bizden yarı ücret aldılar. Bir gün sınıfımıza Trabzon’dan kara kuru bir çocuk geldi, adı Orhan Peker’di. Ben de boksör sınıfına katılıyordum, kendimi korumak için tabii. O sınıfa ilk girdiği zaman dalga geçmişlerdi, kimse dokunmayacak bu çocuğa demiştim. Hiç bitmeyecek dostluğumuz o gün başladı işte. Cornelius’a Mektuplar diye kitabı da var. Çorum’a enterne edilince on sekiz ay orada kaldım. Savaş bitince de hukuk tahsili için Almanya’ya döndüm.
KEMİK VE DEMİRİ ÇOCUKLARA TOPLATTILAR
* Çocukluk yıllarınızda Hitler hayranıymışsınız aslında...
-Hepimiz öyleydik. Bizim sınıf öğretmeni yaldızlı çizmelerle, üniformasıyla girerdi sınıfa. Tabii sen de Nazi oluyorsun. Okulda kemik ve demir topluyor, bahçedeki fıçılarda biriktiriyorduk. Almanya savaşa hazırlanıyordu çünkü. Biz çocuklara silah endüstrisinde kullanılacak malzemeleri toplatıyorlardı. Ben de bu çalışmalarımız hakkında bir yazı yazmıştım. Öğretmenim kompozisyonumu Berlin’den istediklerini söylemişti. Hususi bir okula göndereceklerdi beni, Nazi okuluna. Babama bu sözde başarımı söyledim. Sabah defterimi okula götürünce, öğretmen içini açıp ‘hani nerde’ dedi. Meğer o gece babam defterin tellerini aralayıp çıkarmış sayfaları. Nazi okuluna gidemeyeyim diye. Çok korkuyorlardı düşüncelerimden. Şimdi komünist veya Nazi olsun, gençlere hiç sinirlenmiyorum. Çünkü benim de başımdan geçti.
* Sonra nasıl değişti fikirleriniz?
-Türkiye’ye geldikten sonra değişti. Anneannemin Yahudi olduğunu ne bileyim? Anlatmazlardı bana, gider öğretmenime şikayet ederim diye korkarlardı. Türkiye’ye geldikten sonra babam bir gün “Eğer Yahudileri öldürmek istiyorsan, Paris’e git ve anneannenden başla” dedi. İşte o zaman aklım başıma geldi. Anneannemi çok severdim.
* ‘Vatan’ kelimesi sizin için ne ifade ediyor peki?
-Ben vatan kelimesini sevmiyorum. Yurt diyelim buna. Ev gibi bir şey yurt, zaten oradan geliyor. Türkmenlerin çadır kurdukları yere denir. Almanya ile ilişkiler kopunca Türkiye’de çalışan tüm Almanları işlerinden çıkardılar işte. Bir hafta içinde ülkelerine dönmeyi kabul etmeyenler enterne edildiler. Biz Çorum’a gönderildik. O zaman yurdumuz orasıydı. Çünkü yurt, severek yaşadığın yerdir.
TÜRKİYE’DE ÇOK AŞKIM OLDU
* Sizin için çapkın bir adam diyorlar, doğru mu?
-Kadınları severim, evet.
* Neden kızardınız?
-Bilmem, kızardım mı? Türkiye’de çok aşk yaşamadım. Bir iki aşkım oldu tabii. Anadolu’da filinta gibi sapsarı saçlı çocuklara bayılıyorlardı. Ama ben başım belaya girer diye yerli kızlara pek yanaşmıyordum. Türkiye’de bıraktığım aşklarım oldu. Fakat, Holzsmeister’ın kızı Judith ile yaşadığım aşkı unutamam. Benden biraz büyüktü ama çok güzel bir kızdı. Nişanlıydı o zaman, evlenme izni almak için babasının yanına gelmişti. Orada tanıştık. Belki bir oyun gibi düşündü, şu delikanlıyı biraz öpeyim diye. Belki de kocasına alışmak istedi benimle. Şimdi düşündüm de epey aşkım oldu aslında. Ama içinde cinsellik olan aşklar değildi bunlar. Ancak denizin altına daldığımızda tutabilirdik birbirimizi.
* Evinizde ünlü Türk ressamların eserleri asılıymış. Kimler var mesela?
-İbrahim Çallı ile babamın dostluğu vardı. Evimizde benim resimlerimi görüp almış, kendi eserlerinden vermek için beni Cihangir’deki atölyesine çağırmıştı. Gittiğimde çıplak bir modelin resmini yapıyordu. Hayatımda ilk kez çıplak bir kadın görmüş, çok utanmıştım. İbrahim Çallı, anlayınca hemen örttü kadını. O gün ondan aldığım resimler evimde hâlâ. Diğer dostlardan da resimler var. Orhan Peker, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Haldun Taner, Fikret Otyam, Avni Arbaş, Çetin Öner, Orhan Pamuk ve Ara Güler ile çok iyi dostluğum vardı. Hiç kopmadı bağlarımız. Şimdiyse çeviri yapmaya, bazı yazılar yazmaya devam ediyorum. Bu kitabın benim hayatımı anlatan bölümlerini de Almancaya ben çevireceğim.