Güncelleme Tarihi:
Adapazarı'nda binlerce insan yol kenarlarında, kaldırımlarda, yıkıntıların üzerinde öylece oturuyor...
Bu suçluluk duygusu insanı öldürebilir. O gece, ‘‘asrın felaketi’’nin olacağından henüz habersizdik. Açık Hava Tiyatro'sunda Sezen Aksu konserini, daha doğrusu orada bulunan insanlar üzerinde 6.7 şiddetinde bir deprem yaratan gösteriyi izliyorduk.
Sonrasında topluca Sezen Aksu ve ‘‘kabilesi’’nin bazı gecelerde toplandığı Ulus'taki evine gidildi. Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın, yüzyıldan beri gerildiğinden, vahşi bir hayvan gibi, kuyruğunu, birkaç saat sonra inanılmaz bir enerjiyle 2.5 metre sağa doğru atacağından ve ortalığı yakıp yıkacağından da haberimiz yoktu.
Bizim bulunduğumuz ortamda başka bir gerilimin boşalması söz konusuydu. Sezen Aksu, üstüste şahane konserler vermiş ve nihayetinde bitmişti. Üzerinde biriken bütün enerji o gece, o evde, havuza, içkiye, domatesli pilava ve toprağa boşalıp gidiyordu. Ortalıkta kahkahalar dolaşıyordu.
ŞANS MI, ŞANSSIZLIK MI?
Saat üçe doğru, nedendir bilinmez, belki hırs, belki kötülük, belki mesleki deformasyon, eve gidip teybimi almak istedim.
Gidip geri dönünceye kadar, o onbeş dakikada, sinirleri gerilen Kuzey Anadolu Fay Hattı, o büyük enerjisini boşaltmış, her şey olup bitmişti.
Yani saat 3:02'de ben arabadaydım. Geri döndüğümde, elektrikler kesilmiş, insanların beti benzi atmıştı. Mum ışığında bile yüzlerinin beyazlığı anlaşılabiliyordu.
Yüzyılın felaketini hissedememiş olmaktan acayip suçluluk duydum.
İnsan hiç mi bir şey hissetmez? Hissetmedim.
Henüz bunun şans mı, şansızlık mı olduğunu da bilmiyorum.
Bu suçluluk duygusundan kurtulamadım. Adapazarı'na doğru yola çıkarken de üzerimde hala bu suçluluğun ağırlığı vardı.
AMBULANSIN PEŞİNDE
Felaketin en ağır sonuçlarının yaşandığı yerlerden biri Adapazarı.
Ulaşmak neredeyse mümkün değil. Bu yaşıma kadar böyle bir trafik görmedim. Bir şerit geliş, dört şerit gidiş. Bütün sürücüler arabalarından çıkmış kavga ediyorlar. Çünkü herkes bir an önce o şehre ulaşmaya çalışıyor. Orada yakınları var.
Telefon sistemi çökmüş. Gitmekten başka çare yok, ama gidemiyorlar. Sinir sistemleri iptal.
‘‘Ancak savaş sırasında görülebilir, böyle bir manzara’’ diye düşünüyorum. Ve ancak ‘‘pislik’’ yapabilen, bir ‘‘uyanıklık’’ icat edebilen, ‘‘forsunu, gücünü’’ kullanabilen hedefe ulaşabiliyor.
Allah affetsin, yaptık. Çeşitli defalar, yaralılara ulaşmaya çalışan ambulansların peşine takılıp 500 metrelik avantajlar elde ettik.
Daha da fenası, bağajında tabut görünen arabaların peşine takıldık ki, bize kızanlara ‘‘Cenazemiz var, ne yapalım yani’’ diyebilelim.
Yine de şehre ulaşmamız 5 saati buldu.
BUNUN ADI ŞOK
Şehre yaklaşmaya başladıkça, felaketin ön habercileri görünmeye başlıyor. Bir boşluk. O kalabalık birdenbire boşalıyor. Yerini kargalara ve havada tuhaf bir ritm tutturup dairesel hareketlerle uçan kuşlara bırakıyor.
Ama şehre girer girmez başka bir şey oluyor: Kendinizi birden bir film platosuna gelmiş gibi hissediyorsunuz. Çünkü muhayyeleniz, böyle bir şeyin gerçek olabileceğini, algılayamıyor.
Asla televizyonlardan göründüğü gibi değil. Orada bir aracı var. Şimdi yok. Siz kendi gözlerinizle o çıplak gerçeğin karşısında kalıyorsunuz.
Er Ryan'ı Kurtarmak filminin giriş sahnelerinde, nasıl insanın yüreği kalkıyorsa, öyle. O filmde, bir sahnede binlerce figüran görüyorsunuz ya, Adapazarı'nda da öyle. Binlerce insan yol kenarlarında, kaldırımlarda, yıkıntıların üzerinde, arasında öylece oturuyorlar.
Yapabilecekleri bir şey yok. Arada bir sinir krizine kapılıp çaresizlik içinde haykırıyorlar, bağırıyorlar. Sonra yine sessizlik. Bulundukları yerlere tünüyorlar. Birdy filmindeki gibi boş boş bakıyorlar.
Şok bu. Uzun süre de bu şoktan kurtulmalarına imkan yok.
Kimse nasıl konuştuğunun, ne söylediğinin farkında değil, ağızlarından çıkan sözcüklerin anlamına yabancı, herkes. Kimleri kaybettiğini biliyor ama o acıyı ifade edemiyor, paylaşamıyor. Herkes her şeyi reddediyor. Vinçlere, kepçelere, gazetecilere, kameralara yabancılar.
Haksız da değiller. Ve onların haklılığı bizim suçluluk duygumuzu arttırıyor.
Onlar felakete uğradı, bize bir şey olmadı.
Biz izliyoruz. Asıl biziz yabancı. Biz seyrediyoruz. İyi ki, bizim başımıza gelmedi diyoruz.
Bizim onların çektiği acıyı anlayabilmemiz mümkün değil.
Onların da bize saygı duyabilmeleri...
ENKAZI KOKLATMAK
Gözünüzün önündeki manzara 2. Dünya Savaşı filmlerinden hatırladıklarınızı çağrıştırıyor.
Bisikletler, bisikletler... Araba kullanamayınca, enkazlar arasından geçemeyince, herkes, yıllarca bodrumda tuttukları, bisikletleri çıkartmış, şehrin içinde dolaşıyor.
Megafonda mekanik bir ses yükseliyor: ‘‘Kaynağını bilmediğiniz suları içmeyin. Kokuşmuş yiyecekleri yemeyin’’.
Herkes kendisine yardımcı olacak birilerinin peşinde. Biri köpekli yabancı ekipleri arıyor. Çünkü kendi yakınlarının altında kaldığı enkazı koklatıp sağ olup olmadıklarını öğrenmek istiyor.
Ve inanılır gibi değil, kimse kendi yakınlarının öldüğüne, ölebileceğine inanmak istemiyor.
Birileri helikopter peşinde. Çünkü yakınları kurtarılmış, hafif ya da ağır yaralı, onun helikoptere ihtiyacı var. İyi bir hastaneye taşınması lazım. Doğru düzgün bir sağlık hizmeti alması lazım.
Ama bu mümkün değil. Ortalık keşmekeş.
Kriz masasının kriz yaratmakta üstüne yok. Müracaat eden herkes ‘‘Yapabileceğimiz hiçbir şey yok’’ diye geri gönderiliyor.
Herkes bir başkasına güvenemeyeceğini ve bir başkasından yardım alamayacağını böylelikle öğrenmiş oluyor.
Ve bu yüzden inanılmaz şeylerle karşılaşıyoruz. Biri diyor ki, ‘‘Annemin enkaz altından konuştuğunu duymuşlar. Nerede İngilizler, gelsinler!’’ Öbürü cevap veriyor, ‘‘Çöken hastane var ya, oradalar’’.
Başka biri diyor ki, ‘‘Dirseğini görmüşler, dirseğini’’, bir yakınından bahsediyor.
Öbürü sızlanıyor, ‘‘Neden onu morga götürdüler? Bedeni hala sıcaktı, yaşıyordu, o yaşıyor!’’
Ve müthiş bir koku. Ölümün kokusu.
Etrafta biriken insanlar, o enkazların üzerinde, deliklerden yakınlarına bakmaya çalışırken sürekli sigara içiyorlar. Ve bu kokunun, varlığını haber verdiği gaz, tehlikeli olabilir, patlamaya yol açabilir, sigara içmeyin diye uyarılıyorlar.
SALLANAN PERDELER
En vahimi de, enkazın üzerine çıkarken, insanın yüreğine çöreklenen duygu:
Sanki altındaki onlarca insanın, yaralının, kurtarılmayı bekleyenin üzerine basıyormuşsun, sanki onlara bir zarar verecekmişsin gibi...
Bu nasıl bir şey?
Bir şehir nasıl böyle yıkılabilir?
Binanın biri öne doğru, biri arkaya, biri sağ yana, biri sol yana, biri de olduğu yerde yıkılmış. Arabanın üzerine çökmüş, bir başka bina.
Boşluğa sallananan perdeler. Duvar yıkıldığı için çıplak gözümüzün önünde duran oturma takımları, bir buzdolabı, posterler.
Bazıları binalara merdiven dayamış, az hasarlı evlerinden eşya kurtarmaya çalışıyor.
Bazı dükkanlar yağmalanmış. Birileri yarı yıkık evlerine, dükkanlarına tahtalar çakıp, barikat yapmaya uğraşıyor.
Burası İzmit Caddesi.
Adapazarı'nın en havalı, en lüks caddesi. Flamingo yolu gibi. Büyük taşra kentlerindeki Atatürk bulvarları gibi. En zenginlerin oturduğu en şık semt.
Nötron bombası atılmış gibi. Binalar yok. Enkaz bile yok denilebilir.
İnsanlar var sadece. İnsanlar o caddenin üzerinde, bir o uca, bir bu uca yürüyüp duruyorlar.
KIYAMET GİBİ
Ve tepede askeri helikopterler uçuyor.
Aynen ‘‘Kıyamet’’ filminin giriş sahnesi gibi.
Kimsenin o 45 saniyeyi yaşayan insanları, o uğultuyu, o çığlıkları ve ardından gelen o sesizliği, o gecenin karanlığını, o anda ve sonrasında insanların yaşadıklarını anlayabilmesi, paylaşabilmesi, ortak olabilmesi mümkün değil.
Biz bir şey yaşamadık.
Onların başına ‘‘asrın felaketi’’ geldi.
Bize kalansa sadece büyük bir suçluluk duygusu.
2. DÜNYA SAVAŞI GİBİ
Gözünüzün önündeki manzara 2. Dünya Savaşı filmlerinden hatırladıklarınızı çağrıştırıyor. Bisikletler, bisikletler... Araba kullanamayınca, enkaz arasından geçemeyince, herkes, yıllarca bodrumda tuttukları, bisikletleri çıkartmış, şehrin içinde dolaşıyor.