Stres ve ruhsal hastalıklara daha etkin çözümler

Güncelleme Tarihi:

Stres ve ruhsal hastalıklara daha etkin çözümler
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 19, 2004 00:00

Zaman içinde toplumun ruh hastalarına yaklaşımları da çarpıcı bir evrimden geçti. Åžimdilerde bu tür hastalıkların tedavisinde sinir kimyasını düzenleyen ilaçlara ağırlık veriliyor. Önceleri ise lobotomi, kısıtlama, buz banyolarına baÅŸvuruluyor; bu hastalıklar yaratılıştan mı yoksa yetiÅŸtiriliÅŸten mi sorusu tartışılıyor, hatta ÅŸeytanlar alemine giriliyordu.Bugün ruhsal hastalığın nedenleri konusundaki bakış açısında da büyük bir deÄŸiÅŸiklik oldu. Ruhsal hastalıkların, biyolojik özelliklerle çevresel koÅŸulların karşılıklı etkileÅŸimleri sonucu ortaya çıktıkları bir gerçek. Bu yazıda söz konusu etkileÅŸimin bir alanı olan strese yol açan dış etmenlerle beynin tepki sürecini etkileyen biyolojik özellikler arasındaki iliÅŸki irdelenmeye çalışılıyor.Bilim insanları stresin en yaygın iki ruhsal bozukluk türü olan kaygı ve majör depresyon üzerindeki etkilerinin kavranması konusunda son zamanlarda epey yol aldı. AraÅŸtırmaların büyük bir çoÄŸunluÄŸu bu hastalıklara kesin çözüm getirecek, etkisini Prozac, Wellbutrin, Valium ve Librium’dan çok daha hızlı gösterecek, daha kalıcı ve yan etkileri daha az olan yepyeni ilaçların bulunmasına odaklanıyor. Beden dengede olduÄŸunda sıcaklık, glükoz düzeyi v.b deÄŸerler de ‘ideale’ olabildiÄŸince yakın olur. Stres yapıcı çevrede bedenin dengesini bozan, herhangi bir ÅŸeydir. Stres tepkisi ise, sonunda dengenin yeniden saÄŸlanmasına yarayan fizyolojik uyarlamalar dizisidir. Bu tepki öncelikle adrenalin olarak da bilinen epinefrin ve insanlarda kortizol olarak görülen glükokortikoidler adlı iki tür hormonun salgılanmasını içerir. Tipik bir memelide stres, söz konusu hormonal deÄŸiÅŸim sürecinden ibarettir. Gelgelelim, primatlarda bu süreç oldukça zorlu geçer. Öteki memelilerden farklı olarak, primatlarda stres tepkisi somut bir olay olmadan, salt beklentiyle de ortaya çıkabilir. Ancak primatlar sürekli olarak dengeyi bozacak bir durumun beklentisi içine girdiklerinde nevroz, kaygı ve paranoyanın alanına da girmiÅŸ olurlar. 50 ve 60’lı yıllarda ruhsal gerginliÄŸin temel özelliklerini belirlemeye çalışan John Mason, Seymour Levine ve Jay Weiss gibi araÅŸtırmacılar, bu tür gerginliÄŸin bireyin öfkeyi yatıştıracak bir düzenekten, denetim duygusundan, toplumsal destekten ve umuttan yoksun olduÄŸunda ortaya çıktığına tanık oldu. Bireyin olası bir tehlikeye karşı tetikte bekleme durumu, bir noktada abartılı bir düzeye ulaÅŸarak stresin olmadığı durumlarda da kendini göstermeye baÅŸlar. IÅŸte bu aÅŸamada kaygı durumuna geçilir. Bu süreÄŸen kaygı durumu da abartıldığında depresyona dönüşür. Stres ve kaygıGörünüşe bakılırsa, kaygı beynin duygularla ilintili olan limbik sistem bölgesini, öncelikle de korku uyandıran dürtülere karşı tepkilerin geliÅŸtiÄŸi amigdalayı etkiliyor. Korkunun duyumsanması iÅŸlevini yerine getirmesi için amigdala beynin en dış bölümü olan korteksteki sinir hücrelerinden girdiler alır. Bu girdilerin bir bölümü korteksin, aralarında belli yüzlerin tanınması gibi özel iÅŸlemleri de içeren, duyusal bilgileri iÅŸleyen bölümlerinden ve ön korteksten gelir. Amigdala da kortikotropin-yayıcı hormon (CRH) adı verilen bir nörotransmitter (kimyasal haberci madde) beyinde bir dizi bölgeyi devinime geçirir. Amigdaladan uzanan bir dizi sinir hücresi beynin evrimsel açıdan daha eski bölgeleri olan orta beyin ve beyin sapına ulaşır. Bu yapılar bireyin bilinci dışında iÅŸlevini sürdüren otonom sinir sistemini denetlerler. Otonom sinir sisteminin yarısını, ‘dövüş ya da kaç’ tepkisine yön veren sempatik sinir sistemi oluÅŸturur. Amigdala ön kortekse de bilgi gönderir. Ön korteks, soyut çaÄŸrışımları iÅŸlemden geçirmenin yanı sıra, gelen bilgilerin deÄŸerlendirilmesi ve buna baÄŸlı olarak davranışların yönlendirilmesine de yardımcı olur. Bu yüzden aldığımız kararların duygularımızdan hemen etkilenebiliyor olması hiç de ÅŸaşırtıcı deÄŸildir. Amigdalanın kimi anı türlerinde de etkili olduÄŸu açıkça görülmektedir. Anılar genelde açık ve örtülü olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Ãœstü örtülü anıların da çeÅŸitli iÅŸlevleri vardır. Bunlar bisiklet kullanma, ya da bir müzik parçasını piyanoda çalma gibi iÅŸlemlerin anımsanmasına yardımcı oldukları gibi, korku ile de ilintilidirler. AraÅŸtırmacılar korku uyandıran bu anıların nasıl oluÅŸtukları ve yinelenen stres durumunda nasıl abartılabildikleri konusunu giderek daha iyi kavramaya baÅŸladılar. Bu tür sezgilerin temelini beynin hipokampus bölgesinde yer alan bildirsel anıların oluÅŸturduÄŸu görülüyor. Anılar belli sinir hücresi dizgelerinin birbirleriyle sürekli iletiÅŸim kurmaları ve buna baÄŸlı olarak kimi kimyasallar yaymaları sonucunda oluÅŸuyorlar. Sinir hücreleri dizgelerinin yinelenerek uyarılmaları bu hücrelerin birleÅŸtiÄŸi yerlerde iletiÅŸimin daha da güçlenmesine ve kısaca LTP olarak bilinen, uzun süreli güçlendirme (long-term potentiation) durumuna neden oluyor. Açık anılarda hipokampus can alıcı bir önem taşıyor. Åžiddetli stres hipokampusa zarar vererek, olayın bilinçli ve açık bir anıya dönüşmesini engelleyebiliyor. Yeni sinir hücresi dalları ve güçlenen LTP amigdalanın örtülü bellek düzeneÄŸinin daha kolay iÅŸlemesini saÄŸlıyor. Kaygının azaltılmasıStresle kaygı arasındaki etkileÅŸimin kavranması, kimileri ümit vaat eden, yeni saÄŸaltım yöntemlerinin de bulunmasına olanak tanıdı. Bu ilaçların mevcut olanlardan daha iyi, ya da daha güvenli oldukları sanılmıyor. Ancak, baÅŸarılı olmaları durumunda, araÅŸtırmacılara daha geniÅŸ bir inceleme alanı yaratacaklarına inanılıyor. Halihazırda kullanılan ilaçlar stres sistemini hedef alıyor. Valium ve Librium gibi hafif yatıştırıcılar benzodiazepinler adı verilen bileÅŸimler sınıfına girerler. Bunlar kasları gevÅŸettikleri gibi, locus coeruleus’dan amigdalaya uzanan sinir uyarıcılarını engelleyerek amigdalanın sempatik sinir sistemini devinime geçirme olasılığını azaltıyorlar. Sonuç dingin bir beden oluyor. Dingin bir beden ise kaygılardan daha uzak bir beyin anlamına geliyor. Ancak bu etkilerine karşın, benzodiazepinler, uyku getiriyor ve bağımlılık yaratıyor. Bu nedenle araÅŸtırmacılar bu tür sıkıntılar yaratmayacak baÅŸka ilaçlar peÅŸinde.Epinefrin gibi kimyasal ileticiler hedef hücrelerin yüzeyindeki özelleÅŸtirilmiÅŸ alıcılarla birlikte etkili oluyorlar. Bilim insanları yapay ileticiler üretmek suretiyle bedenin kimi doÄŸal ileti taşıyıcılarının yolunu kesebiliyorlar.Beta engelleyiciler olarak bilinen bu ilaçlar, kimi epinefrin alıcılarına sığarak, gerçek epinefrinin herhangi bir bilgiyi aktarmasını engelliyorlar. Aşırı etkin sempatik sinir sisteminin yol açtığı yüksek tansiyonun önüne geçilmesi için yıllardır kullanılan bu ilaçlar duygusal açıdan huzur bozucu olay ve öykülerin belleÄŸe kaydedilmesine de engel oluyorlar. DoÄŸrudan amigdalayı etkileyen ilaçların da geliÅŸtirilmesine çalışılıyor. Daha önce de belirtildiÄŸi gibi, amigdalanın salt uyarıcı bir olaya tepki gösterirken sürekli bu tepkiyi gösterir duruma geçmesi anı oluÅŸumunun yanı sıra, sinir hücreleri arasında yeni baÄŸlantıların da kurulmasını gerektiriyor. Stres ve depresyonKaygının tersine, majör depresyon güçsüzlük, umutsuzluk, aşırı isteksizlik ve hiç bir ÅŸeyden tat almama gibi belirtilerle kendini belli ediyor. Farklı biyolojik temellere dayanması ve bu nedenle de farklı çözüm yolları gerektirmesine karşın, elde edilen kimi somut kanıtlar depresyonun da stresle baÄŸlantılı olabileceÄŸini ortaya koyuyor. Stres beynin ruh durumu ve hazla ilgili süreçlerini etkilemek suretiyle depresyona neden olabiliyor. Uzun süre glükokortikoid hormonlarına maruz kalınması sonucunda kiÅŸi, daha dikkatsiz ve etkisiz duruma geliyor. Sürekli stres ruh durumu ve uyku düzenini dengede tutan serotonin düzeylerinin düşmesine yol açtığı gibi, hazla ilintili dopamin üretimini de etkiliyor. Hafif ve geçici gerginlikler dopamin üretiminde artışa yol açarak bireyin kendisini iyi hissetmesini saÄŸlıyor. Ancak glükokortikoidlerle sürekli yüz yüze gelindiÄŸinde dopamin üretimi engelleniyor ve bireyin haz alma duygusu da giderek yok oluyor. Yeni depresyon ilaçlarıSon dönemde geliÅŸtirilen antidepresanlar serotonin, dopamin ve norepinefrin düzeylerini artıyor. Ancak kimi yeni geliÅŸtirilen yöntemler stresle depresyon arasındaki karşılıklı etkileÅŸimle daha yakından baÄŸlantılı aÅŸamaları hedef alıyor. Bunların bir bölümü doÄŸal olarak glükokortikoidlerin etkilerine odaklanıyor. Glükokortikoid alıcılarının yolunu kesen ve piyasada daha çok ‘gebelik önleyici’ özelliÄŸiyle tanınan bir ilacın temel bileÅŸimini RU486 oluÅŸturuyor. AraÅŸtırmalar dölyolunda progesteron üretimini engelleyen bu bileÅŸimin glükokortikoid düzeyleri çok yüksek olan depresyonlu hastalarda antidepresan etkisi de yarattığını ortaya koyuyor. Stresle depresyonun birbirleriyle baÄŸlantılı oldukları artık biliniyor. Ancak stresin ne zaman depresyona dönüşeceÄŸi stresin ne denli süreÄŸen olduÄŸuna baÄŸlı. Stres ve genlerKaygı ve depresyonun ‘tümden’ ya da ‘yalnızca’ stresle baÄŸlantılı olduÄŸunu söylemek abes olur. Her iki durumun genlerin temel bileÅŸimleriyle de ilintili oldukları biliniyor. Ancak kaçınılmaz olan genetik etkiler, görünüşe bakılırsa, daha çok bireyin duyarlığını belirliyor. Beyin ve bedenin belli ortamlara nasıl bir tepki vereceÄŸi konusunda etkili oluyor. Scientific American adlı bilim dergisinden özetlediÄŸimiz ruhsal hastalıklar üzerindeki yeni ilaç geliÅŸtirmelerini konu alan yazıda şöyle denmekte:Stresin ruhsal hastalıklar üzerindeki etkisinin anlaşılmasıyla, araÅŸtırmacılar genetik kökenli kaygı ve depresyonun bireyi yaÅŸamı boyunca bu sıkıntıyı çekmeye mahkum etmeyeceÄŸini artık biliyorlar. Elde edilen veriler, milyonlarca kiÅŸiye çözüm getirebilecek yepyeni yöntemlerin geliÅŸtirilmesine olanak tanıyor. Bu hastalıkların biyolojik özellikleriyle ‘normal’ duygusal özellikler arasında kesin bir sınır olmadığı düşünüldüğünde, söz konusu yöntemlerin yalnızca ‘o kiÅŸilere ve hastalıklarına’ çözüm getirmekle kalmayıp hepimizin gündelik yaÅŸamlarında etkili olacağı kesin. Daha da önemlisi, böylesi bir anlayış çok sayıda insanın her zaman tetikte olmayı öğrenmek, ya da hep güçsüz olmak zorunda kaldığı bir dünyanın iyileÅŸtirilmesinde de etkili olmak gibi toplumsal bir yükümlülüğü de beraberinde getiriyor. Stresin kısırdöngüsüStresin izlediÄŸi yollar farklı olduÄŸu gibi, beyinde de farklı bölgeleri etkileyerek kimi zaman bir tepkinin çok daha abartılı olarak ortaya çıkmasına yol açar. Burada daha basitleÅŸtirilmiÅŸ olarak sunulan süreç gerçekte var olan ya da sezinlenen bir tehlikenin korteksteki duyusal ve daha karmaşık uslamlama merkezlerini devinime geçirmesiyle baÅŸlar (1). Korteks iletiyi, stres tepkisinin temel aracı olan, amigdalaya gönderir (2). Öte yandan, bilinçöncesi bir sinyal de amigdalayı devinime geçirebilir (3). Amigdala beyin sapını uyaran kortikotropin hormonu salgılar (4) ve böylece omurilik aracılığıyla sempatik sinir sistemini devinime geçirir (5). Buna tepki olarak, böbrek üstü bezler epinefrin adlı stres hormonunu salgılarlar; aynı anda farklı bir süreç böbrek üstü bezlerin glükokortikoidler yaymalarına neden olur. Bu iki farklı hormon kaslar, kalp ve akciÄŸerleri devinime geçirerek bedeni ‘savaÅŸma ya da kaçma’ tepkisine hazırlar (6). Stres süreÄŸenlik kazanırsa glükokortikoidler beynin locus coeruleus bölgesini etkileyerek (7) amigdala ile iletiÅŸime geçen norepinefrinin salgılanmasına yol açar (8); bu da, CRH üretiminin artmasına (9) ve stres süreçlerinin yeniden devreye girmesine neden olur. Depresyonun etkileri Dopaminde azalma Uzun süre stres hormonlarına maruz kalma dopamin düzeylerinde bir düşüşe neden olarak depresyon riskini artırabiliyor. Bu sinir aktarıcısı, prefrontal korteksi de içeren birçok beyin bölgesiyle ilintili olan, haz sürecinin de vazgeçilmez bir unsurunu oluÅŸturuyor. Norepinefrinde azalma SüreÄŸen stres sonucunda raphe çekirdeÄŸinden gelen uyarım azaldığından, locus coeruleus daha düşük miktarda norepinefrin salgılıyor ve buna baÄŸlı olarak da dikkat dağılıyor.Serotoninde azalmaStrese baÄŸlı olarak, locus coeruleus ve korteksle iletiÅŸim içinde olan raphe çekirdeÄŸindeki serotonin üretim düzeyinde bir düşüş meydana geliyor.Hipokampusta küçülme Stres hipokampustaki hücrelerin yok olmasına neden oluyor. AraÅŸtırmalar depresyonlu hastalarda beynin bu bölümünün normalden %10-20 oranında daha küçük olduÄŸunu ortaya koyuyor.Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!