Güncelleme Tarihi:
Markayı 1953’te anne-babanız Ottavio ve Rosita Missoni kurdu. 1998’de siz başa geçtiniz. Bu, hep istediğiniz bir şey miydi? Aklınızda kalan başka bir meslek var mı?
-Gençken başka işler yapmak istiyordum çünkü bunu “anne-babamın işi” olarak görüyordum. Tabii işin içinde büyüdüğüm için konuya her açıdan hâkimdim. Hâlâ geçmişi hatırlarken, o sene hangi deseni, hangi kumaşı çıkarmıştık, aklıma hemen o gelir. Ama veterinerlik ya da psikoloji okumak istiyordum. Zaten genç yaşta da anne oldum, uzunca bir süre çocuk yetiştirmekle uğraştım. Üç çocuğum var. Arada farklı işler de yaptım, anaokulu açmaktan, organik tavuk yetiştirmeye kadar... Üçüncü hamileliğimde yani 27 yaşımdayken babama “Ben tasarımcılık yapmak istiyorum” dedim. Missoni’ye girdim, sonra yön değiştirdim, çocuk koleksiyonunu yaptım. Sonra kapsül kadın koleksiyonumu hayata geçirdim. Annem sonuçlarından çok etkilenmişti. Dördüncü koleksiyondan sonra, kendi yerini almamı istedi.
Çok gurur duymuş olmalısınız...
-Şaşırdım da... Annem “Bu sistem beni çok yordu, hayatımla ilgili başka şeyler de yapmak istiyorum” dedi. Haklıydı, sonuçta moda dediğin gençken uğraşılması gereken bir şey. Rakiplerinizle savaşmanız için sonsuz bir enerji gerekiyor. Başa geçtiğimde markamızın tekrara düştüğünü fark ettim. Tamam, Missoni klasikler arasındaydı ama aynı tamamen sizinle özdeş desenler yaratmak sizi aynı şeye mahkûm da edebilir. Yenilik getirmek için farklı insanlarla çalışmaya başladım. 1995’te Mario Testino ve Carine Roitfeld’i işe aldım.
Şu an efsane olmuş isimler ama zamanında çok genç ve tecrübesizlerdi. Aynı şekilde Mert Alaş ve Marcus Piggott’a da ilk reklam kampanyalarını verdiniz. Tüm bunlar risk değil miydi?
-Bu konuda mütevazı olmaya gerek yok, kimin parlayacağını anlarım. Keşfetme konusunda iyiyim. Evet, Mert ve Marcus’un ilk reklam kampanyası Missoni... Birlikte 6 yıl çalıştık. Sonra çok ünlü oldular, artık bütçemiz yetişmedi. Onun için gidip yeni yıldızlar keşfetmek zorunda kaldım. Farklı bir bakış açısı da katmak istedim; Mert ve Marcus dijital konularda öncüydüler. Ama işin suyu çıktı. Her marka aynı şeyi yapıyordu: Herkeste aynı plastik surat, Photoshop yüzünden gerçeklikten çıkmış vücutlar. 2012’de kızlarım, annem ve Pedro Almodóvar’la birlikte bir reklam çektik. Juergen Teller’la çalıştık. Missoni’nin kim olduğunu, ailemizin üç kuşağını tanıtmak istedim. O kampanyadan sonra moda endüstrisi anlayışını değiştirdi, daha gerçekçi kampanyaların peşine düştüler. Bu sefer yeni bir isim keşfederek değil, farklı bir bakış açısı katarak katkım oldu modaya.
Yeni kampanyanızdaki yıldızlar kim peki?
-İsim vermek istemiyorum ama yıldızımız kesinlikle Türkiye. Çünkü sonbahar-kış 2015 kampanyasını Efes harabelerinde gerçekleştirdik. İki ay önce Türkiye’ye geldik ve çok gizlilik içinde çalıştık. Bir önceki kampanyamızı da çeken Viviane Sassen’le çektik. Geçmiş ve geleceği birleştiren hafif fütüristik bir kampanya oldu.
LÜKS, GENETİK YAPINIZDA VAR
Günümüzde çoğu marka ünlü bir isimle işbirliğine gidiyor. Missoni birçok yıldızın tercih ettiği bir marka ama reklam kampanyalarında bir ‘celebrity’ görmüyoruz. Neden?
-Şanslıyım çünkü kızım Margherita çok doğal ve güzel, kusursuz bir marka elçisi. Ünlü bir isimle işbirliğine gitmek mantıklı bir hareket çünkü daha kalıcı oluyor sonuçları. Sadece benim seçtiğim bir yöntem değil.
Kızınız da sizin gibi marka için çalışıyor. Bir aile şirketi olarak hareket etmek zor olmuyor mu?
-Hayır çünkü ben de öyle yetiştim. Şimdi Margherita da anne oldu, zaten birbirimize yakın oturuyoruz, o da bebeği Otto’yu alıp ya anneme ya bana geliyor. Birlikte atölyeye gidiyoruz. Sanırım o da tıpkı benim gibi, benim kızım gibi fabrikada büyüyecek. Tek korkum her yerde iğne var, bir yerlerine batacak diye korkuyorum.
Bu tip moda ailesi imapartorluklarından fazla kalmadı, değil mi? Bir Fendi bir de Missoni... Endüstri daha çok LVMH grubu gibi büyük grupların ya da Lagerfeld gibi tasarımcıların elinde...
-Doğru. Lagerfeld ayrı bir konu, zaten o başlı başına bir ordu. Onu 12 yaşından beri tanıyorum, harikadır. Sorunuza gelirsek, 20 yılda her şey çok değişti. Geçen yüzyıla bakalım. 50’lerin, 60’ların, 70’lerin 80’lerin bir tarzı vardı. Şu an bir ürüne bakarak “Evet, bu 2000’li yılların başından kalma” diyebilir misiniz? Hayır. Modaya dair hiçbir katkı yapılmadı. Herkesin derdi gücü markalaşma.
Beylik bir soru olmakla birlikte, Türk kadını stili hakkında fikirlerinizi sorsam?
-En sevdiğim özelliğiniz rengi sevmeniz. Tarzınız inanılmaz kadınsı. Moda anlayışı da gittikçe sofistike bir hal alıyor. Birkaç yıl önce tarz açısından bu kadar gelişkin bir zevk gözlemlememiştim. Yeni nesil moda konusuyla hem çok ilgili hem de bilinç düzeyi yüksek.
Çünkü markalaşma konusunda bir hayli yeniyiz. Seksenleri filan görseydiniz...
-Eminim ki o dönemlerde de Türk kadınının belli bir zevki vardır. Çünkü belli bir kültür birikimi varsa, mutlaka zevkli oluyor o ülkenin insanı. Türkiye’nin genetik yapısında var lüks. Saraylar, tablolar, mücevherler, sultanlar var geçmişinizde. Mesela Çin’in zengin bir kültürel mirası var ama komünizmle o kadar bastırıldı ki unuttular. Şimdi de o ihtişamı yeniden hatırlamak için şuursuzca alışveriş yapıyorlar.
Geçen yıl uçak kazasında abiniz Vittorio ve eşini kaybettiniz. Haberler sürekli gündemdeyken, işe devam etmek sizin için çok zor olmalı...
-Acımızı elimizden geldiği kadar içimizde yaşamaya çalıştık. Ama medya konuyla ilgili sürekli yeni bir gelişme aradığı için yaralarımızı sarmamız da kolay olmadı. Sürekli gerçek olmayan haberler çıktı. Uçak enkazını bulamadıkları için kurtuldukları yönünde haberler çıkıyordu. Halbuki öyle bir umut yoktu. Hâlâ uçağın kalan enkazını arıyorlar bu arada... Ama şunu söyleyeyim: Tüm dünyanın desteğini arkamızda hissettik o zor zamanlarda.