Nil KARAİBRAHİMGİL
Oluşturulma Tarihi: Mart 22, 2004 02:21
‘Persil kadar ünlü olmak istiyorum.’
Victoria Beckham
*
Yarışa, yarışmaya ya da sadece karışmaya hoşgeldiniz!
*
Daha biz doğmadan başlayan yarışı bilirsiniz: Hangi genetik kodla kim yumurtayı kıracak? Sonra o Kinder Surprise’ın içinden çıkan XX ve XY bilinmeyenli bayanlar ve baylar acilen ikiye ayrılır: ‘Hadi bakalım kolay gelsin bir acayip zor yarış’çılar ve ‘bana ne aman ben anlamam pek hesaplı ince iş’çiler. (Neye göre için bkz. genetik kod)
*
Daha henüz ayağımız gaz pedalımıza ulaşmazken, anne ve babalarımız bizim yerimize gaza basar. Bizimkiler Anadolu Liseleri imtihanında buna gerek görmemişti. (Oysa ki Robert’i kazanabilirdim, kazanabilirdim diyorum size!) Çocukların o yaşta o yarışa girmesine gönlü razı olmayan babamla Ankara’da Kuğulu Park’ta gezerken ben, ilk yarışmam geçip gitmişti bile...
*
Derken bir gün ‘Fame’ (şöhret) diye bir dizi başladı ve ben ‘I’m gonna live forever’ (sonsuza kadar yaşayacağım) şarkısıyla kendimden geçerek ilk kez gaza bastım. İyi ki de basmışım yoksa kompozisyon, koşu, yüzme, masa tenisi, şiir, resim ve basketbol yarışmalarıyla geçen 10 sene boyunca n’apardım?
*
Sürekli sallanan bir elekte takılmaya çalışan bir taş parçasıydım...
*
İlk yarışmayı kaçırmanın verdiği dersle üniversiteye hazırlanmaya başladım. Her şeyin yavaş yavaş ‘şık’lara büründüğü günler gelmişti işte. Aramızda 90 alanlar hırsından ağlıyor, herkesin parmakları yukarıyı gösteriyordu. Histeri başlamıştı.
Boğaziçi Üniversitesi’nin (Harvard’ı kazanabilirdim, kazanabilirdim işte!) güney kampüsündeki yemyeşil vadiye vardığımda biraz dinlenirim gibi gelmişti. Ama koşu bandı durmak bilmiyor, dönüp duruyordu. Yazları da okula gitmeyi göze alıp ‘daha fazla puan’lı bir bölüme transfer oldum. İşte o yazlar ‘en bronz kim?’ yarışmalarını burun farkıyla kaçırdım. (Londralarda, Amerikalarda master da yapabilirdim ya neyse...)
*
Taktığım bütün rütbeler vatkamı daha da ağırlaştırıyor, omuzlarımla ‘bana ne bana ne’ yapmam imkansız hale geliyordu.
*
Okullar bitince matematik, basketbol ve seramik yarışmaları yerini 500 milyar, koca bulma ve starlık yarışına bıraktı. Hangimiz kaç para kazanacak, hangimiz kiminle evlenecek, hangimizin yıldızı parlayacak, hangimizin çocukları
aslan? Aslında hepimiz yarışmadaydık, sadece bazılarımız TV’de yarışıyordu. Hatta yarışmalar da birbirleriyle yarışıyordu.
(Yazarken bile yoruldum, peki yaşarken?!!)
*
Peki, ‘bana ne aman ben anlamam pek hesaplı ince iş’çiler, biz bunları yaparken ne yapıyordu?
a. yeşilçay b. hindistan c. yoga ve meditasyon d. mum ve tütsü e. hepsi
Onlara göre yarış yoktu, varsa da kendimizleydi. Allahaşkına biz hiç doğu felsefesi kitaplarını karıştırmaz mıydık? Kendimizle bir türlü barışmaz mıydık? Niye başkalarıyla bağrışmak yerine kendimizle konuşmayı denemiyorduk? Kendi kendine konuşana deli denmezdi ki... Dense dense ‘erdi’ denirdi. Ayağımızı hafifçe gazdan çeken, vites küçülttüren sözlerdi bunlar. Yarışmaktan bıkanlar, gereksiz bulanlar aslında alınacak bir dersin falan olmadığını, olsa olsa teneffüsün olduğunu söylediler bize.
*
Halbuki biz, ‘just do it’ kuşağının, ayağında nike air’la doğmuş temsilcileri olarak koşmayı, yarışmayı, yarışanlara bakmayı seviyoruz.
‘Seviyoruz işte, var mı diyeceğin!’
Biz kendimizle yarışıp kas ağrıları çekmeye de, diğerleriyle yarışıp gözyaşları dökmeye de varız. Çünkü biz en çok yeteneklerimiz bilinsin, çok çalıştığımız görülsün, geliştiğimiz farkedilsin isteriz.
*
Darwin silahı ateşleyip, ‘fit olan kazansın’ dediğinden beri koşuyoruz.
*
Ne? ‘olmadı’ mı?
Olsun.
‘Yeniden doğmak var yaaa!’