Söylendim durdum

Güncelleme Tarihi:

Söylendim durdum
Oluşturulma Tarihi: Ekim 07, 2003 17:19


İstanbul deyince aklıma / Sait Faik gelir / Burgaz adasında kıyıda / Bir çakıl taşı seslenir / Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne / Mavi gözlü bir ihtiyar balıkçı gencelir küçülür (Bedri Rahmi)

Haberin Devamı

Daha pazar konuşuyorduk karı koca, uzaktan Adalar’a iç geçirerek...

Bizim terastan, gündüz hayaleti, gece ışığı görülür Büyükada’nın, Heybeli’nin, Burgazada’nın, Kınalı'nın...

“Ne olur gene gidelim bir haftasonu, Halki Palas’ta kalalım yine, faytonla ada turu yapalım, yürüyüşe çıkalım, aşağıda, iskelede balık yiyelim, sonra bir kahvede oturup, çayımızı içerken vapurdan çıkanları seyredelim... N’olur!”

Heybeliada’ya aşık oldu kadın! “Gel, dedim, seni bu sefer Sait’e götüreyim, Burgazada’ya!..”

Serdar da Sait aşığı ya...

Pazar gecesi söz verdik birbirimize, ekim ayı çıkmadan iki güncük de olsa Sait’e gideceğiz...

Pazartesi, Burgazada’yı yaktılar.

- Burgaz’da büyük bir yangın çıkmış, dedi yazı işlerinde biri.
- Sait’in evi! diye nasıl fırladıysam artık yerimden...
- Sana ne oluyor yahu, dedi oradan biri, adada yüzlerce ev var. Sanki bir tane Sait’in evi...
- Ama Sait...

Küstüm, akşama kadar konuşmadım, ta Celal (Korkut) “Hadi hocam iyisin, senin Sait’in evine sıçramamış alevler” deyinceye kadar.

Onu da yakarlar. Sait’in adasına çöplük yapanlar, gecekonduya göz yumanlar, artık çöpleri mi ateşe verdiler, hainin biri mi kundakladı bilmem, kim çıkardıysa o yangını, ocağı sönsün... Burgaz’ı yaktılar. Sait’in “Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgar, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak, dost olarak bu en iyisi” diye sığındığı hayalleri kül oldu dün...

Aptallıktan yaktılar, cahillikten yaktılar, hainlikten yaktılar... Yaktılar ya. Bunların kaçı Burgazadalı? Kaçı bu şehirden? Adalı bunu yapar mı? Yapabilir mi? Bu şehrin insanı Burgaz’a kıyabilir mi allasen?

Gece boyu, saat başı kalkıp balkona çıktım, lodosu kokladım, kavrulmuş kozalak, dumanı tüten eğrilmiş büğrülmüş çam iğnesi, ahşap köşkün kof tahtası... Gecenin karanlığına korka korka baktım, o lanet kızıllığı görüvereceğim diye Marmara’da.

Ağladım...

Haberin Devamı

Söylendim durdum bütün gece.

Sait’imle söylendim...

Kolay kolay küsmeyen Sait’le söylendim, bu şehre kolay kızmayan, insana sırtını dönmeyen Sait’le söylendim...

                                                         * * *

Söylendim durdum

Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu, çayırlık mı, orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Bir takım yeşil renkli zehirlerle zehirlenmiş, yeşil bir su.

Köpek leşi gibi uyuyor şehir: Yok, değil, öyle değil... Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç, yoksa ölmüş bir köpekte kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır. Koku cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu. Alabildiğine pis şehir: Bit gezmemiş kanape, sümük sürülmemiş, tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan.

Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler?

Bu şehirde düşünülemez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzırdır. Allahı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avâidini isterler.

“Ben fukara severim” dersin kendi kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini, yüzünden açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan, külhanbeyi kestaneciyi mi?

Kimdir bu sevdiğin insan? Anladık, fakir, kimsesiz, bahtsız... ama kim?

Kim olacak? Sensin. Kendi kendinsin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp, kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkan yoktur. Hani bazı insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz böyleyiz işte. Bütün iyikleri, bütün dostlukları tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar pandomima, kocaman dedikodu.

Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgar, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak, dost olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim yok, insan bulamayacağız. Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşükken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler bu şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında.

Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak Allah’ı bir tarafa. O nasıl bizi sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya yahut büsbütün yoktur deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı? Sen mi çare düşüneceksin! Gülerim. Ama evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa’dan getireceksin. Sonra gidip Haşet Kütüphanesi’nin vitrinlerindeki 350 franklık kitaba hasretle bakacaksın. “2 kuruştan 30 frank ne eder?” diye düşüneceksin. Şu Sartre müthiş adam. İsmini duydun. Daha bir kitabını bile okumadın. Okumak istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı, alırsan enayilik edersin. Yarın ayran bile içemezsin. O, bardağı 10 kuruşa olan ayran. Yani, bir kaşık yoğurtla bir bardak suyu karıştırıp da 10 kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile, elinden içtiğin, enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı, dolandırıcılığı bile bile... Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları. Yap bir güğüm ayran evde. Koy o herifin önüne kaldırıma. 2 kuruştan ayran sat, sat da herif gözünü oysun. Seni, parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa öldürtsün.

Kestane sat bir çıkmaz sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır, sokağa at, yine üç yüzden okut. Korkma, ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat olurmuş, aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış; senin gözünün önünde, giderler, çürüklerini inadına başkasından alırlar da senden almazlarmış. Varsın almasınlar.

Bütün şehirle dost değilsin a! Sen başla bir defa işe. Bir haftaya kalmaz, şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgara karşı içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın. Yapmazsan, hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.


                                                         * * *


Not : Sait Faik Abasıyanık’ın 1950 veya 1951 tarihli “Söylendim Durdum” adlı bu hikayesini, Bilgi Yayınevi’nin yayınladığı “Mahalle Kahvesi – Havada Bulut” adlı kitaptan aldım. Bütün bir hikayeyi böyle, izinsiz yayınlamak suç değilse bile yakışıksızdır, biliyorum. Ama beni mazur göreceklerini umarım. İzinsiz aldım, ama Sait için aldım, Burgazada için aldım, “bu şehir” için aldım... Gıyabında Bilgi Yayınevi’ne teşekkür ediyorum.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!