Dedesinin lakabı Büyük Burla. Her şeyin kurucusu o. Selanik’te
Atatürk’le aynı sokakta oturuyor, birlikte Türkiye’ye geliyorlar. Makine mühendisi Büyük Burla, 1910 yılında fabrikasını kuruyor, sonradan da Atatürk’ün isteği üzerine İstanbul-Sivas demiryolunu inşa ediyor. Onlar Türkiye’nin en varlıklı Musevi ailelerinden biri. Bugün sosyete denince, ilk akla gelen isimlerden biri Monik Benardete. Fred Benardete’nin kızı, Adil Benardete’nin 26 yıllık eski eşi ve Jeri Benardete’nin 11 yıllık yeni eşi... Benim amaçlarımdan biri, her hafta karşınıza farklı dünyalardan, farklı şeyler anlatabilecek değişik insanlar getirebilmek. İtiraf etmeliyim ki, Monik Benardete öyle biri. Pek çoğumuzun bilmediği bir hayatın temsilcisi. Merak ettiğim için sordum...
Sizin yetiştiğiniz dönemlerde sosyete nasıl bir şeydi? Kimler sosyete olabiliyordu? Ana unsurları nelerdi? Zenginlik ve güzellik yeterli miydi?
- Yok, yok, asalet mühimdi. Yani biraz ‘fan-fin-fon’ olman gerekirdi! O zamanlar İstanbul’da birkaç yere gidilirdi: Kervansaray, Cordon Bleu, Park Otel ve Abdullah Lokantası. Sonraları Süreyya ve Emirgan’daki Abdullah da oldu. Başka yer yoktu. Davetler evde verilirdi, catering’ler filan hak getire, evin aşçısı pişirirdi. Düğünler bile evde olurdu. Sosyete dediğin taş çatlasa 22 aile ile sınırlıydı. O kadar...
Peki ritüellerde bir farklılık var mıydı? Balolar filan...
- Şimdi de balolar oluyor, ama bir mazeret uyduruluyor. Bilmem ne yararı için. Eskiden bir kulp gerekmezdi. Bir de salı akşamları Yeni Melek’e, cumartesi akşamları da Konak Sineması’na gidilirdi. Bak, o müthişti! Zannedersin ki, birinin daveti, o kadar şıktı herkes. Bu suareler için insanlar gidip saç taratırdı, özel kılıklar ve kürkler giyerdi. Şimdi ben sinemaya neredeyse pijamamla gidiyorum! Bu kadar fark var yani arada.
Sosyete dendiğinde eskiye oranla uğranılan erozyonun ölçüsü ne?
- Valla, size bir şey söyleyeyim mi? Şimdiki o kadar eğlenceli ki: Sosyete dediğin bugün altyapı Bizans, üstyapı Osmanlı, müthiş bir Fellini filmi! Bence İstanbul kadar eğlenceli başka bir şehir de yok yeryüzünde. Londra’da, Paris’te akşam bir
yemek yersin, sonra doğru eve. Nerede bizim buradaki ambiyans?
ASALET KARIN DOYURMUYOR!
Yani siz bugünkü ‘cemiyet hayatını’ küçümsemiyorsunuz!
- Kat’iyen! Eskiye oranla tek fark şu: Çek deferi ve banka karnesinin değeri arttı. 10 sene evvelki yeni zengin, bugünün aristokratı. 2. jenerasyon, otomatik olarak aristokrat oluyor. Bunu da kabul etmek gerekiyor. Haftaya Rafi Portakal’ın bir sergisi var. Şahane tablolar sergilenecek ama milyon dolarlık tablolar. Bir arkadaşıma, ‘Bunları kim alır ki? Sakıp Bey öldü,
Koç’ların evinde de artık yer yok’ dedim, bir iki isim daha sayıyordum ki, ‘Monik’ dedi, ‘Sen ki bu şehirdeki herkesi bilirsin, Four Seasons’u Yapı Kredi’den satın alan adamı tanıyor musun?’. ‘Yoo’ dedim. ‘Yaa işte’ dedi, ‘Artık adını bile bilmediğimiz bir dolu zengin var. Merak etme o tabloları da alan çıkar!’ Haklı.
Yani siz para el değiştirdikçe, eskinin görgüsü yok oluyor diye paniğe kapılanlardan değilsiniz?
- Hayır çünkü görgü çoktan gitti. Bir gün birine dedim ki, ‘Ah o eski görgü, asalet...’ Lafımı kesti: ‘Karın doyurmuyor hanımefendi.’
Sizce neden ‘sosya-elitler’ gibi gruplar icat edildi? Kimlerle aradaki farkı netleştirmek için...
- Bu, Amerikalıların yarattığı bir terim. Kültürel, sosyal ve kurumsal faaliyetleri sürdüren birtakım insanlara söyleniyor. Sosya-elitler biraz daha kültürlü sanki. Ve sanata daha çok düşkün.
Peki asalet hangisinde: Sosyetede mi, sosya-elitlerde mi?
- Kim kaybetmiş ki asaleti biz bulalım! Asaletin tek bir simgesi vardır Türkiye’de: Neslişah Sultan.
Siz kendinizi aristokrat olarak tanımlıyor musunuz?
- Kat’iyen. Denizde bir damla suyum ayol! Ben hiçbir şey değilim. Zaten Türkiye’de Osmanlı hanedanı hariç aristokrasi yoktur.
Artık mankenler ve şarkıcılar da sosyete sayılıyor. Sizi rahatsız ediyor mu?
- Niye etsin? Avrupa ve Amerikan sosyetesinin en üst kademelerinde çok zengin sanayicilerle evlenmiş eski mankenler ve güzellik kraliçeleri yer alır. Türkiye’deki ilk örneği Günseli Başar’dır. Ondan evvel de Keriman Halis. Günümüzde de Hande Ataizi iyi bir evlilik yapmıştı. 24 saat sürdü ama olsun. Ben hiç böyle şeyleri kafama takmam...
ÇİĞDEM SİMAVİ VE BEN
Bugüne kadar hiçbir yerde maaşlı çalıştınız mı?
- Hayır. Zaten Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra hemen evlendim. Eski eşim bir Amerikan firmasının temsilcisiydi. Ona dış ilişkilerinde ve Türkiye’ye gelen yabancı müşterileri ağırlamakta yardımcı oldum. Ben çok iyi bir eş ve çok iyi bir ev hanımıydım. Sonra gerçek aşkım olan bir konuya yöneldim: Antika kursları. Rafi Portakal’ın talebesiydim...
Kaç yaşındaydınız?
- 37. Kendimi buldum orada. Sonraki yıllarda Ari İstanbulluoğlu’nun talebesi oldum. 90 senesinde de bu yatın sahibi Çiğdem Simavi bana iş teklif etti. Bir sürü iş seyahatine gittik. Kendimi müthiş kültürel bir atmosferin ortasında buldum. Bugün eskisi kadar yoğun değil ama hálá bu iş ilişkisi sürüyor. Küsav’da yapabileceğim ne iş olursa seve seve yaparım: ‘Monik yetiş, bir konferans var... Monik, lütfen şu protokol listelerini yap...’ Koşa koşa giderim. Aile gibi olduk Çiğdem Simavi’nin ekibiyle. Onların sayesinde kendime güvenim geldi...
Sizin kendinize güveninizin olmadığı bir dönem var mıydı?
- Evet. Sağ olsun eski eşim onu sağlamıştı! 26 yıl boyunca kendime güvenim yoktu.
Fiilen çalışmıyor olmak sizde kompleks yaratıyor mu?
- Kat’iyen. Dün yine Küsav’dan telefon ettiler 29 Aralık için benden konferans istediler. Bayılıyorum konferans vermeye....
Neler anlatıyorsunuz?
- Sanat tarihi. 4 konum var: Art nouveau, art deco, oryantalist ve Beyoğlu turları. Siz beni göreceksiniz Beyoğlu’nda arkamda 40 kişi. Çok hoşlanıyorum bu tür şeylerden. Bütün bir Beyoğlu’nu dolaşıyoruz. Bir de ben Aliye Simavi zamanındaki Vizon’da faaldim. Biliyorsunuz Vizon gene çıktı, onlarla da tekrar çalışmaya başladım.
Canan Cıvaoğlu der ki: ‘Senin arkadaşlığın bir numara. Ama senin düşmanın olmak istemezdim!’ E haklı, ayağıma basıldığı zaman bir insanı doğduğuna pişman edebilirim. Ama yanlış anlamayın özel bir şey yapmam, sadece fena halde yok sayarım!
30 yıldır kafam bu renk
Ukrayna’daki muhalefet hareketine Turuncu Devrim adının verilmesinin saçlarınızla bir alakası var mı? Şaka yapıyorum! Kaç senedir saçlarınız bu renk?
- 30 yıldır.
Vayyyy. Şimdi bile insan gözünü alamıyor. Peki 30 yıl önce...
- O zaman bu kadar frapan gelmiyordu insanlara...
Kafanız ne renk aslında?
- Hakiki rengi mi? Valla ben de hatırlamıyorum!
Sağlığınız için biraz zayıflamanız daha iyi olmaz mı?
- Benim alt göbeğimden başka bir şeyim yok. O da günde olduğum 4 tane Ensülin iğnesinden. Yani ben aslında şişman değilim.
100 biliyorsam 97’sini Ayşegül Nadir öğretmiştir
Koleksiyonerlik sizin için takıntı seviyesinde mi hobi mi?
- İkisinin arası. Seviyorum çok...
Bazı parçalarla yatıp kalktığınız oluyor mu? ‘O benim olmalı’ diyor musunuz?
- Bazen. Ama en heyecan verici olanı, hiçbir şey aramadığınızda müthiş bir parça bulmak. Nasıl bir adrenalin! Ben o kadar müzayedeci değilim. Giderim ama müzayededen mal almam...
Siz nereden alıyorsunuz?
- Sokaktan. Dolaşırım ben. Birden görürüm. Altını çeviririm üstünü çeviririm, kalbim küt küt atmaya başlar...
Antika bilginiz hangi seviyede?
- Kimseyle kıyaslayamam. Ama şunu söyleyebilirim: Benim antika bilgim 2 kişiden kaynaklanıyor: Biri Ahmet Keskiner, ondan çok şey öğrendim. Diğeri de Ayşegül Nadir. Bugün 100 biliyorsam 97’sini bana Ayşegül Nadir öğretmiştir. Gerçekten hayran olduğum biri. İdolüm ayol! Hayatımda gördüğüm en zevkli kadın! Üzülüyorum çünkü Türkiye müthiş bir sanat elçisini kaybetti. Bir müze müdürü kadar bilgilidir Ayşegül Nadir antika konusunda. Türkiye’ye İslam eserlerini tanıtan odur. Ondan evvel İngiliz gümüşü, Fransız tabağı, İtalyan mobilyası filan konuşuyordu millet...
Tabii şimdi repütasyonu fena durumda...
- Alakası yok! İki kere yanına gittim. Kraliçeler gibi yaşıyor!
Bu kadar antika biriktirmeniz psikolojik bir eksikliği kapatma faaliyeti olabilir mi?
- Bir nevi terapi olabilir...
Neyin terapisi?
- Yaşadığım o korkunç 26 yılın terapisi!
Antika merakınız mesleki deformasyon haline gelmiş durumda mı? Gittiğiniz evlerde tık tık tık görür müsünüz kimde, ne var?
- Elbette. Yalnız o değil, ‘Bu, buraya uymamamış. Bunun altı, bunun üstüne olurdu. Bu masa güzel ama iskemle bir facia...’ Elimde değil yani. Mesela son derece zevksiz eşyalar arasında hakikaten olağanüstü bir parça bana sırıtıyor, içim parçalanıyor. Ama ölsem evin sahibine bunları söylemem. İnsanlara da bu gözle bakarım: ‘Burun ameliyatına ihtiyacı var. Göz altları korkunç. Saçının rengi fena. Makyajı ise felaket! Bu kadını bana verseler, bir de yanına iyi bir para, ben ondan harikalar yaratırım...’ İnsanların yüzüne bakıp böyle şeyler hayal ederim...
KOD ADIM ZİNCİRLİKUYU
Bir gün bir arkadaşım dedi ki: ‘Sen bildiklerinin onda birini anlatsan...’ Ben tabii cümlenin devamını hemen şöyle getirdim: ‘Türkiye’yi terk etmem lazım!’ Ne var ki bana zaten Zincirlikuyu derler, mezarlık gibiyimdir, hiçbir şeyi anlatmam!