Güncelleme Tarihi:
Yelkene aşinalığın varmış. Nereden, nasıl?
- O kadar profesyonel değilim ama sonuçta İzmirliyim. Biz Egeliler denize doğuyor gibiyiz. Küçük yaştan itibaren yaz tatillerini üç-dört ay denizde geçirdiğimiz için denizle haşır neşir büyüyoruz. Dolayısıyla su sporları hayatımızda önem kazanıyor. Küçük yaşlarda su kayağı yapardım. Çok severdim. Yazlıkta illâ ki herkesin olurdu, bulduğumuz tekneye bağlar birbirimizi çekerdik. Sonra kneeboard denen bir şey de yapardım. Sörf de yaptım ama bizim zamanımızda Alaçatı ıssızdı; öyle tek başına sörf yapılacak bir yer değildi. Bizim yazlığımız Karaburun’daydı, orada da öyle bir rüzgâr olmazdı. Yani yelkenden çok denize aşinasın.
- Evet ve su beni çok rahatlatır. İstanbul’a geldiğimden beri canım sıkıldığında, öfkelendiğimde vapurla karşıya geçerim mesela. Denize bakmak bile beni çok rahatlatır. Ama motoryat gezisini sevmem. Hiç hazzetmem motoryatlardan.
Neden?
- Zaten tüketim toplumunda yaşıyoruz. Çok benzin tüketiyor, çok maliyetli. Bir de çok güçlü motorlar var artık öyle vın diye hemen gidiyorsun. Ben denizde çaba, mücadele ve yelkenli duygusunu seviyorum. Motoryat üzerinde güneşlenen kız olamam yani. Kendimi hiç orada görmüyorum. Ufak yaştan itibaren ailem de gemici düğümünü falan öğretmişti.
Sen biliyorsun yani o düğümleri atmayı?
- Tabii. Ayrıca balık avlamaya da bayılırım. Her sabah 5’te babamla balığa giderdik. Bu konuda hiç mütevazı olamam, çok iyi balık avlarım. Ha jetski’yi de acayip yaparım, sonra dalarım. Ama kiteboard’u hiç yapmadım; tez zamanda öğrenmeyi çok isterim.
FLYBOARD MACERAM ÇOK TRAVMATİKTİ
Bu yıl Burn’ün bir aktivitesine katıldın, orada yapmadın mı? Hani Flyboard’u denediğinde...
- Dünyanın en iyi kite’çısı Kevin Langeree, Türkiye’ye gelmişti. Boğaz’da da jetski yapmak yasakmış ama Kevin’a izin verilmiş. Kevin’la jetski yaptım. Ardından flyboard ortaya çıktı. Türkiye’nin ilk flyboard sporcusu Mert Akça da orada. Ben gittim; “Lütfen, bakın bu ünlü kaprisi değil ama ilk olabilir miyim, yalvarırım” dedim. Beni köşeye çektiler, “Ya Begüm korkmuyor musun, çok ciddi bir şey bu. Bu kadar kamera var, basın var” dediler. “En fazla ne olur” dedim.
Düşebilirsin.
- Ha beceremeyebilirim. E beceremedi desinler. Youtube’da bu aleti başlatan Fransız Frank Zapata’yı birkaç sene önce görmüş ve bunu mutlaka deneyeceğim demiştim. Ama biraz elim ayağım titredi. Sonra Mert tatlı tatlı anlattı ve beni suya attılar. Çok travmatikti. Elin kolun bağlı ve aletin sana sağladığı havanın tazyikiyle suyun üzerinde kalabiliyorsun. Aslında yükselmen çok zor. Mesela Zapata’nın kendi özel joystick’i var, o kendi kullanıyor. Burada daha çok jetski’den gelen mekanizmayı sana bakarak idare ediyorlar.
Başkası mı idare ediyor?
- Tabii. Bir başkasına emanetsin. Yaşlı bir bey vardı, o anlatıyor incelikleri. Dedi ki tazyiki hissettiğinde vücudun bir yunus balığı kadar sıkı tut, suyun seni kaldırmasına izin ver. Feci su yutuyorsun, kafanı suyun üstünde tutamazsan boğulma riskin de var yani. Bu arada bütün organizasyon toplandı, acaba kız yapabilecek mi diye seyrediyor. Ama tabii karşılarında ne kadar hırslı bir insan olduğunu bilmiyorlar. Ben o basıncı hissettim ve sudan çıktım, 1.5 metre Boğaz’da yükseldim. Ben dahil herkes çığlık çığlığa. Dünyanın en zevkli şeyi. İndiğimde Burn ekibi geldi; “Türk kadın flyboard takımı yok, kurarsak içinde olmak ister misin” dediler. “Aa tabii” dedim.
MODELLİK BANA GÖRE DEĞİLMİŞ
Sen cesur musun, cüretkâr mı? Yani korktuğunu da söylüyorsun...
- Yaramaz oğlan çocuğu gibiyim. Ama evet çok korkarım. Uçaktan korkarım. Benzinciye girerken çok gerilirim. Ama denizde farklı bir spor deneyimlemek ayrı, bayıla bayıla yaparım. Ha bir de bangee jumping yapamam.
Bir tek denizden korkmuyorsun yani...
- Yok ama astrolog arkadaşlarım sonumun sudan geleceğini söylerler ve “Dikkat et” derler.
Çıkmasak mı denize?
- Hep şunu tembih ederler; dalıyorsan tüpünü iki kere kontrol et, tekneyi iki kere kontrol et. Deniz tatiline pek gitme, deniz yolculuğuna çıkma, mümkünse havadan git. Ama suyun da katı, sıvı, gaz hali var. Evde rutubetten de ölürsün yani. Hiç düşünmüyorum bunu.
Hayatında da bir dizi cesur girişimin var. Mesela İzmir’den İstanbul’a gelmen. Bu kararı nasıl aldın?
- Liseyi bitirdim. Fransa’da Nancy Üniversitesi’nde iletişim bölümünü kazandım. Birtakım problemler oldu; Türkiye’ye dönmek durumunda kaldım. O sıra annemle babam boşanıyordu. O dönemi daha kolay atlatayım ve biraz da yürüyüş, makyaj, adabı muaşeret öğreneyim diye yarışmaya yolladılar. Gerçi güzellik değil de modellik yarışmasıymış. Gittim, üçüncülük aldım. Ama modellik yaptım mı? Hayır. Bana göre bir şey olmadığını anladım.
MELEK DİZİSİ CESUR BİR GİRİŞİMDİ
Yine de seni İstanbul’a taşıdı. Peki oyunculuk nasıl başladı?
- Ablamla ikimizin hep bir konservatuvar hayalimiz vardı. Onun muhteşem bir sesi vardı; şan bölümü istiyordu. Ben de oyunculuk, sahne tasarımı falan okumanın hayalini kuruyordum. Ama babam “Ben sizi en iyi kolejlerde okuttum, gidin üniversitede eğitiminizi tamamlayın sonra hobi olarak ne isterseniz onu yapın” dedi... Şimdi ablam kariyerinde yetkin bir bankacı. Ben oyuncu oldum.
Yarışmanın ardından dizi teklifleri mi gelmeye başladı?
- Evet. Yapımcılara siz neye güvenerek bana bu teklifi getiriyorsunuz demek istiyordum. Sonra “Melek” dizisi çıktı. O da böyle parapsikolojik bir diziydi. O türde bir dizi yoktu o zaman. Cesur bir girişimdi. O da çok ilginç bir hikâye. Her şeyin kadersel olduğuna inanıyorum. İstanbul’a taşındım, evime ajanstan bir not geldi; “şurada dizi görüşmeniz var” diye. Aa benim evin arka sokağı! Saçım başım dağınık, ev haliyle gittim. Geç kaldığımı söylediler ama yine de yapımcıya götürdüler. Diğer oyuncunun sözleşmesi yapılmış, kanalla anlaşılmış. Sözleşmeyi iptal ettiler, benimle başladılar. İlginç değil mi? Yani bugün seninle oturabilmemiz için böyle bir şey yaşamam gerekiyormuş.
EN CESUR HAREKETİM KENDİMİ SESLENDİRMEMDİ
Oyunculuk eğitimi aldın mı?
- “Melek” zamanı 23’üme basıyordum. O dönem setteki hocalarım yetenekli olduğumu, konservatuvara girmem gerektiğini söylüyordu. Ama ben artık ünlenmiş bir kız çocuğu olduğum için kimse beni kabul etmedi. Çok çaba harcadım ama olmadı.
Ama kendin devam ettin...
- Tabii canım, yurtiçi, yurtdışı bir sürü workshop’a katıldım. Öyle “hadi ben geldim”le olmuyor. Mesela en cesur hareketim, kendimi seslendirmemdi. Bana gerekmediğini söylediler ama ısrar ettim. İyi ki de yapmışım, şimdi her şey sesli çekim.
DENİZ HATA KALDIRMIYOR
Bugünkü yelken maceran sırasında kendini nasıl hissettin?
- Vallahi İstanbul karmaşasından yelkenle bir gün çalmak, denizde oksijeni içine çekmek beni çok mutlu etti.
Tekne nasıldı ama? Sana sportif, yarışa müsait, atak bir tekneyi uygun gördüler...
- Evet, yarış teknesiydi bindiğimiz. Açıkçası büyük yelkenli mi, motoryat mı böyle yarış yelkenlisi mi diye sorsanız, bu 10 numara! Hiçbir şeyim olmasın ama bununla bütün gün gezeyim.
Böyle bir deneyimi eşinle, Erdil Yaşaroğlu’yla paylaşma ihtimalin nedir?
- Ben kullanırım ama o önce konuya dair kitaplar alır, okur. Teorik altyapısını geliştirir, Alman eğitimi tam. Pratiğe başlayıp tecrübe kazanır, eh bir-iki seneye yelkenci olur.
Uzaktan olaya hakim görünüyorsun.
- Deniz hata kaldırmıyor. Bugünkü bir çekimdi ama gerçekte herkes üzerine düşen görevi layıkıyla yapmak durumunda. Bu bir sorumluluk işi, öyle kolay değil... Bazen bana soruyorlar “Niye oyunculuk yapıyorsun?” diye. Bak işte bu sayede bugün bunu deneyimleme şansım oldu.