Güncelleme Tarihi:
BAKANLIK TEKNOLOJİYİ YAKALADI, BİZ DE TEKNOLOJİYE YAKALANDIK
Sacide Gül, gördüğüm en yaşlı fenerci. Bakmayın yaşının 80 olduğuna, dinç ve sağlam duruyor. Nedenini Yelkenkaya Feneri’nin beşinci kuşak görevlisi, oğlu Ahmet Gül anlatıyor:
"Her fenerin bir karakteri vardır. Parmak izi gibi, hiçbiri bir başkasına benzemez. Kimi 15 saniyede bir, aynı noktaya çakar; kimi saniyede üç çakar. Fenerin karakteri fenerciyi de karakterli yapar. Yaşadığı hayatla da bir duruş kazanır. Fırtınalarda yıkılmaz! Üstüne beslenmeyi de katın. Zeytinyağı, balık, envai çeşit ot... Bu feneri kuran büyük dedem 103 yaşına kadar yaşamış."
Ahmet Gül aslında İstanbullu. 10 yaşına kadar da İstanbul’da yaşamış. Dedesi vefat edip, iş annesine teklif edilince, tatillerde geldiği dede evi bir anda kendi evi oluvermiş.
"Zor oldu tabii. Yol yok, iz yok. Abimle 22 kilometre yürüyeceğimize aldırmaz, sinemaya Pendik’e giderdik. Hatta İstanbul’daki kedimiz bile alışamadı buraya, kaçtı. Babam kalan eşyaları almak için Pendik’e gittiğinde, komşu ‘Niye kedinizi götürmediniz’ demiş. Hayat yabaniydi, o bile geri dönmüş."
"İnsan mezarına alışıyor, buraya mı alışamayacak" diye araya giriyor Sacide Hanım:
"Zamanında karayolu yokmuş buraya, ulaşım denizdenmiş. Akşam oldu mu herkesin elinde bir gaz lambası... Yanımızdaki çimento fabrikasının nimetlerinden yararlandık tabii. Fabrikanın servisiyle Gebze’de ortaokulu bitirdim. 1964’de elektrik geldi. 70’lerde su. Ekmeği haftadan haftaya alırdık. Eskidendi buranın meşakkati, ama kapıyı açıp, şu manzarayı görmek herşeye değiyor."
Ahmet Gül, "Ben bu fenerin aynı isimli üçüncü görevlisiyim. İki dedemin adı da Ahmet Gül’dü" diyor gülerek ve devam ediyor:
"Annemin zamanında ne kadar ıssızsa bizim gençliğimizde hatırı sayılır komşumuz vardı, fabrikaya lojman yapıldı çünkü. Ama Marmara depreminden sonra boşaltıldı. Yine kaldık biz bize. Ulaşım, artık sorun değil. Ama nereye gitsek günübirlik gidiyoruz. Benim klasik lafım vardır. Bir, devlet boş bırakılmaz, bir de fener. Günlük takriben 70-80 gemi geçiyor. Fenere fiziki saldırılar oluyor, onun için de boş bırakmaya gelmiyor. Ama sağolsun gelen gidenimiz eksik olmuyor, can sıkıntısına zaman kalmıyor."
Evin 22 yaşındaki otistik oğlu Yiğitcan da can sıkıntısına mahal vermiyor. İlköğretimi Darıca’da tamamlayan Yiğitcan, engelliler iş okulu için de üç yıl İstanbul’a taşınmış. Rehabilitasyon için başladığı kürek sporunda Türkiye birinciliği, bisiklette üçüncülüğü var. Gururla oğlunun olimpiyat hedefini anlatan Gül’ün, "Bir emeklilik hayaliniz var mı" sorusuyla gözleri doluyor:
"İlk aşk, ilk kavgalar... Herşeyin ilkini burada yaşadık. Ailem 1896’dan beri burada. Geçmişi bırakmak zor. Tabii Bakanlık teknolojiyi çok güzel yakaladı, biz de teknolojiye yakalandık galiba..."
İKİ NOLU KAPI YEDİ KİLOMETRE ÖTEDE
Kapı numarası 1. Ama 2 numara yedi kilometre ötedeki Soğucak mevkiinde. Asfalt yolun yapıldığı altı yıl öncesine kadar tam bir mahrumiyet bölgesiymiş Sinop İnceburun Feneri. Zira yol olmadığı için köy mezarlığına götürülemeyen ailenin üç ferdi bahçeye defnedilmiş.
"Yazsam hayatım roman olur, hem de ne satar!" diye söze başlıyor 32 yıl önce fenere gelin gelen Makbule Çilesiz:
"1980’de gelin geldim buraya. Anne-baba, iki görümce, iki kayın, üç çocuk, bir de biz, 11 nüfus. Su yok, elektrik yok. Havaalanından tankerle su taşınırdı. Çocuklarım burada doğdu. Üçüncü çocuğum ikizdi. Dört aylıkken havale geçirdi. Nereye götüreceksin? Yol yok, araba yok. Rahmetli babam traktörle götürdü doktora. Eve dönerken kucağımda teslim oldu çocuğum. Bahçeye defnettik. Görümcem de 25 yaşındaydı vefat ettiğinde. Şekeri vardı. Onu da oraya defnettik. Diğer mezar da buranın ilk fenercisi büyük dedemizin. Çocuklarım akrabaların yanında ancak ilkokulu bitirdiler. Eşimi bırakıp gidemedim. Mumun ışığı yanmadı deyip kapısını çalacak adam yok. Ne yapayım; geliri seçtim, aç açık yaşanmıyor. Oğlum şimdi 30, kızlarım 28, 26 yaşlarında. Evlenip gittiler, çoluk çocuğa karıştılar, hala okulu dışarıdan bitirmeye çalışıyorlar. Biz de iki yıldır Edi ile Büdü kaldık başbaşa."
Aklına dışarıdaki inekleri geliyor. Dilara, Efsun, Sedef, Yağmur, Duru diye saymaya başlıyor. Birinin adı da ‘Mişel’ diyor sonra. Şaşkınlığımızı görünce açıklama gereği duyuyor: "Obama’nın karısını çok seviyorum. Çok çalışkan kadın. Ben de buzağıma Mişel ismini taktım. 6 aylık. ‘Mişel kızım gel’ derim, bana adeta ses verir. Ben de çalışmayı severim. Tereyağ, peynir yaparım. Bahçeye her türlü sebze, meyve ekerim. Buraya gelenlere satarım. Sen asıl yazın göreceksin buraları."
İnceburun’un beşinci kuşak fenercisi Erol Çilesiz odaya girince Makbule Hanım "Ben kızlarıma bakayım" deyip ineklerinin yanına çıkıyor. Sözü "Eskiden çilemiz çoktu ama huzurluyduk" diyen Erol Bey alıyor:
"Bu evde doğdum. 1863’den beri bizim ailede fener. En büyük erkek evlat ben olunca bana kaldı babamdan sonra. 1992’de yerleştik biz. Babam emekli olduktan sonra Sinop’a taşındılar. Bir emekli maaşı alabildi. İkinci maaşa eremeden gitti. 59 yaşındaydı vefat ettiğinde. Annem de iki sene sonra...33 yıl burada görev yaptıktan sonra, yapamadılar beton yığınlarının arasında. Biz de sakinliğe alıştık herhalde. Kalabalık yerlerde başım ağrıyor. Gerçi yol yapılıp turizme açıldıktan sonra burada da pek huzur kalmadı. Eskiden kimse gelmezdi, şimdi boş günü geçmiyor. Üstelik gelen çevreyi kirletip gidiyor. Gecenin 3’ünde son ses müzik dinliyorlar. Jandarma çağırdığım oldu o saatte."
Aile kalabalık olunca arkadaş sıkıntısı çekmemiş Erol Bey çocukluğunda, ama o da ilkokulu zor bitirmiş. Tan vakti lüküs fenerlerle 10 kilometre yürüyüp kamyon beklediklerini hatırlıyor. Sonra köyün ilk televizyonu kendilerinde olduğu için tüm köylünün televizyon seyretmeye geldiğini, akü televizyon eğlencesinde boşalınca sabah traktörün çalışmadığını... Annesinin, "Dışarı çıkmayın fırtına alır sizi" sözlerini...
"Ama biz muzırdık, çıkardık" diyor gülerek sonra da kışın hakkını teslim ediyor: "Kış sert geçiyor gerçekten. Deniz 15 metreye kadar yükseliyor. Bu nedenle lojman şu kayalıklarda gördüğünüz kara taştan yapılmış. Duvarlar 70 santimetre kalınlığında. Babam anlatırdı, birgün arka odanın camından içeri girmiş deniz suyu. Hırçın oluyor deniz, her rüzgarı tutuyor. Dışarıya çıkıyoruz ama, aldı mı, ayaklarını yerden kesiyor."
SUYU ÇALMASINLAR DİYE SARNICI KİLİTLERDİK
Marmara Ereğlisi feneri, ilçenin en yüksek tepesinde. Halk arasında oraya Fener Bayırı deniyor; fenere bir asırdır ev sahipliği yapan Baydar Ailesi’ne de "fenerciler". Fenerin dördüncü kuşak sorumlusu Numan Baydar bunu neredeyse markaya dönüştürmüş. Balıkçı teknesinin ismi de "Fenerciler". Amcasından 19 yıl önce devraldığı lojman iki oda, mutfak ve uzun bir koridordan oluşuyor. Gaz tenekeleri ve asetilen tüplerinin konulduğu bölüm daha sonra banyoya dönüştürülmüş. 9 metre yüksekliğindeki fenere diğer lojmanlarda olduğu gibi evin içinden çıkılıyor.
Numan Baydar ve Tekirdağ Denizcilik Lisesi’nde okuyan 15 yaşındaki oğlu Berke bizi kapıda karşılıyor. "Denizcilik Lisesi ha!" diye takılınca sohbete Berke başlıyor:
"Normal değil mi? Dedemden kalma 12 metrelik teknemiz var. Babam balıkçılık yapıyor. Ben de denize meraklıyım. Uzak yol kaptanı olacağım inşallah. Hergün sabah 6’da kalkıp 40 kilometre gidiyorum. Ama asıl zorluğu çocukken çektim. Okula başlayana kadar arkadaşım olmadı. Üç yaşında konuşmuşum."
Numan-Zeliha Baydar çifti 19 yıllık evli. İstanbullu Zeliha Hanım lojmanda yaşamayı nasıl kabul ettiğini şöyle anlatıyor:
"Evlenmeden önce de çok aktif değildim. Bir tekstil firmasında çalışıyordum, haftasonları da pek dışarı çıkmazdım. Gezmeğe gelmiştim buraya, tesadüfen karşılaştık. Evlenme teklifi yapınca da önce gelip yaşayacağım yeri gördüm. Dinginliği, sakinliği hoşuma gitti. Yalnızlığı da sevdiğimden kabul ettim herhalde. Çocukluğum İstanbul’da geçti. Ailem hala İstanbul’da. Ama gezmeye gittiğimde bile hemen kaçıyorum İstanbul’dan."
Numan Baydar’ın ise çocukluğu fenerde geçmiş. O dönem dedesi bakıyormuş fenere. Tüm tatillerde soluğu burada alırlarmış. Elektriksiz günlerden çok 40 tonluk yağmur sarnıcının köyün gözdesi olduğundan dem vuruyor: "Köydeki çeşmeler akmayınca annemler, yengemler buraya çamaşır yıkamaya gelirlerdi. Köydeki tek sulu ev burasıydı. Suyu çalmasınlar diye sarnıcı kilitlerdik."
Elektrik diğer lojmanlarla neredeyse eş zamanda 1980’li yılların ikinci yarısında gelmiş lojmana. Bugün en büyük sıkıntı anlatıldığı kadarıyla kışın çekiliyor. Asfalt yol fenere kadar çıkmadığından yağışlı havalarda iniş-çıkış zor oluyor. Rüzgarı da cabası. "İki adım ileriyse üç adım geri gidiyorsunuz" diye anlatıyor Zeliha Hanım. "İllaki alışverişe çıkmak zorundasınız" diye de mecburiyetleri dile getiriyor. Kendisine en fazla "korkmuyor musun" sorusunun sorulduğunu anlatan Zeliha Hanım, "Evin içinde herkes tek başına değil mi? Apartmanda da otursan öylesin. Buraya karar verirken de benim aklıma hiç ‘korkarım, oturamam’ gelmedi. Neden korkayım. Burası benim evim" karşılığını verdiğini söylüyor.
OĞLUM BABA YERİNE HADİ DEYİNCE ONLARI KÖYE TAŞIDIM
"12 yıldır evliyiz. 8-9 yıldır iki ayrı evde yaşıyoruz. Şimdi 11 yaşındaki oğlumun ilk kelimesi, baba, anne yerine ‘hadi’ olunca taşıdım onları köye. ‘Hadi gidelim’ demek istiyordu zannedersem. Hanım da çok sıkılınca..."
İki ablasıyla doğma büyüme fenerli olan Mersin Anamur Feneri görevlisi Hüsnü Genç, oyunsuz ve oyuncaksız geçirdiği çocukluğunu belli ki oğluna yaşatmak istememiş. Beş kilometre mesafedeki Ören’den ev kiralamış oğluyla eşine. Lojmanda da kendi yaşamaya başlamış. Geceleri tam mesai fenerde kalan Genç, ailesini gündüz gözüyle gördüğünü söylüyor.
Fenere Ören antik kentinden iki kilometre yürüyerek ulaşılıyor. Antik kente komşu olmanın faturası sadece bu değil. Elektriğe bile binbir zorlukla ancak 1996’da ulaşabilmişler. Anıtlar Yüksek Kurulu’nun izniyle hat yer altından çekilmiş. "35 yaşındayım. Bütün çocukluğum mum ışığında ya da gaz lambalarıyla geçti. Liseye kadar okuduk, sonrası olmadı" diyor Hüsnü Genç. "Ama hayalimde hep babamın mesleği vardı" diye ekliyor:
"Babamın zamanında kurmalıydı fener. Üç saatte bir kurulması gerekiyordu. Babam hiç uyumazdı neredeyse. Emekli olduktan sonra buradan ayrılıp Ören’e yerleşince 3-5 ay uyumadığını bilirim. Çocukluğumda ben de kurardım feneri. En büyük eğlencemiz de radyo dinlemekti. Birgün radyodan "Anamur feneri söndü" diye anons geçti. Baktık fenerde ışık yok gerçekten. Koşa koşa yukarı çıkmış, feneri yakmıştım. Telefon yok, telsiz yok. Gemiden ikaz gitmiş radyoya. Anonsu duymasak haberimiz olmayacak. Ailece benimsedik bu mesleği. Kopamadık."
GAZETEYE İLAN VERİP KIZLARINA EŞ ARAMIŞ
Mehmet Arol (Bandırma fenercisi) : Dedem Bandırma Fener Adası’nda fenercilik yapmış. 1944’de bir yolcu gemisi kaza yaptığında 24 kişiyi sandalıyla kurtardığı anlatılır. Dedem vefat ettikten sonra da, kadın tek başına adada yapamaz diye ninemi almışlar oradan. Onların yerine Rizeli bir aileyi getirmişler. Üçü kız beş çocuğu varmış ailenin. Okul yok tabii, evde anne baba ne öğrettiyse... Kızların evlenme çağı geldiğinde de baba "Üç gelinlik kızımız var" diye gazeteye ilan vermiş. Sonra tek başına yaşayan biri ilgilendi fenerle. Sonra da bize bağlandı.
KÜTÜPHANE OLAN DA VAR TURİZME AÇILAN DA
Ulaştırma Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne bağlı 545 deniz feneri var. Bunların 467’si otomasyonda, yani Genel Müdürlük bünyesindeki uzaktan izleme sistemiyle kontrol ediliyor. Asetilen gazının kullanıldığı dönemlerde, 1980’li yıllara kadar fenerlerle, Osmanlı Devleti’nin Fransızlar’a yaptırdığı lojmanlarda kalan aileler ilgileniyor. O dönem yaklaşık 200 civarında olan aile sayısı şimdi 12. Bu aileler de daha çok olası vandalizme karşı fener binalarını korumakla görevli. Zira balığı ürkütüyor diye fenere kurşun sıkanlar, aküyü çalanlar bile var. Ancak bu ailelerin emeklilikleriyle birlikte lojmanlar boşalacak. Boşalan lojmanlar da işletmeye açılacak. Halen Kızılada, Foça Aslanburnu fenerlerinin de içinde olduğu bir grup fener turizm işletmesi olarak kullanılıyor. Şile feneri müze yapıldı. Sivrice feneri ise "Deniz Feneri Kütüphanesi"ne dönüştürüldü. Eski İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman ve eşi tarafından kiralanan fener dünyanın deniz feneri kitaplarından oluşan tek deniz feneri kütüphanesi olarak biliniyor. Armutlu fenerinin ise felsefe okulu olarak kullanılacağı belirtiliyor.