Son Anadolu Parsı'na bir ağıt

Güncelleme Tarihi:

Son Anadolu Parsına bir ağıt
Oluşturulma Tarihi: Şubat 11, 2012 01:17

Tarih 22 Ocak 1974’ü gösterdiğinde gazetelerin birinci sayfasında “Son Anadolu Parsı’nın öldürüldüğü” haberi yer alıyordu. Bugün ancak arşivlerde veya ansiklopedilerde karşımıza çıkan Anadolu Parsı’nın son görüntüsü, ölü bir bedene aitti. Sözkonusu parsla beraber bu topraklardan başka şeyler de ortadan kalkmıştı aslında... Aradan 38 yıl geçtikten sonra, son Anadolu Parsı’nın öldürüldüğü yıl doğan Faruk Duman, ‘Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur’ adını verdiği ve Son Anadolu Parsı’na adadığı romanında, pars imgesiyle birlikte yitirdiğimiz başka şeyleri de ele alıyor... Faruk Duman’la, İncir Tarihi romanından sonra, yeniden ‘doğacı’ bir anlayışla kaleme aldığı Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur isimli romanına, parsa ve yitirdiklerimize dair konuştuk...

‘Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur’ kitabın adı olduğu kadar, belki de son cümlesi. Her ne kadar o son parsın hikâyesinin anlatılmadığı, daha çok ‘imge’ yönüyle ele alındığı bir metinden söz etsek de, ilhamı nereden geldi?
- Gerçekten özellikle belirtmekte fayda görüyorum ki; daha çok bir imge olarak yaklaştığımı söylemeliyim. Zaten birebir parsı anlatmak için tutup benim parslarla ilgili şahsen alanım olmayan bir araştırmaya girişmem gerekiyor. Bunu yapmadım. Bir önceki deneme kitabımda, kaplanlar üzerine bir yazı yazmıştım. Kaplanların yitimi, ortadan kayboluşu üzerineydi bu. O zaman Türkiye’deki diğer hayvanlar ve bilhassa Anadolu Parsı ile ilgili durumu, bilgileri de merak ettim. Anadolu Parsı’nın kayboluşu da ayrıca etkiledi. Sürekli söylüyoruz ya; “ormanlar yok oluyor, göller kuruyor..” diye... Aslında yırtıcılığıyla, gücüyle meşhur bir hayvanın kaybetmesi, bu savaştan mağlup olarak ayrılması, soyunun tükenmesi biraz bizim sahip olduğumuz birtakım değerlerin de, bilhassa doğayla ilgili değerlerin kaybedilmesi anlamına geliyor. Anadolu coğrafyasında yaşayan insanlar olarak, neleri kaybettiğimizle ilgili bir imge bu... Sadece parsın ortadan kalkması değil mesele, başka yitirdiğimiz değerler, duygulara yönelik bir şey.

Yitirdiğimiz değerler ve duyguların haricinde başka kültürel unsurlar da sözkonusu elbette...
/images/100/0x0/563d1174f018fb32c8edaa3b

- Kesinlikle doğru. Baktığımız zaman, bu kaplanlar veya Anadolu Parsı, Anadolu coğrafyasının çok eski yıllarına ait hayvanlar. Bizim kadim kültürümüzde çokça yer etmiş canlılar. Örneğin Alper Tunga’daki ‘tunga’, kaplan demek. Bektaşilerin kaplan postunu kullanması, 12 Hayvanlı Türk Takvimi’nde parsın yer alması... Bunlar konuyu derinleştirdikçe karşıma çıkan ve her seferinde daha da hoşuma giden şeyler. Bu da şu anlama geliyor; parsın, kaplanın ortadan kalkmasıyla beraber kadim kültüre yönelik birtakım genetik bilgiler de yok oluyor. Bunlar kullanılmadıkça, gözden ırak oldukça doğal olarak bunları da yitiriyoruz. Bu biraz aslında asıl üzüntü kaynağı, çünkü birtakım kültür unsunları da yok olmaya başlıyor. Bu durum dili de etkiliyor, kültürü de...

Hal böyle olunca hüzün peşinden geliyor, her ne kadar güçle birlikte anılan bir canlıdan söz ediyor olsak da...
- Aslında buradaki güç, iktidar anlamındaki bir güç değil. Varlığın güçlü yapısı, güçlü yönüyle ilgili daha çok. Doğanın bir işleyişi var ve parsın gücü temsil etmesi, doğanın ikili yanını gösterir. Güçlü ve zayıfın birlikte var olduğunun ispatıdır. Ancak, güçlü taraf da yaşamını yitiriyorsa, doğanın varlığıyla ilgili değil de bize çağrıştırdıklarıyla ilgili bir hüzün de kendiliğinden geliyor. Elbette nesli tükenen her canlının ayrı bir üzücü sebebi vardır, birçok hayvanınki biraz dolaylı yoldan olur. Göllerin kuruması, çevrenin kirlenmesi, ormanların tükenmesi ve benzeri meseleler göçmen kuşların veya benzeri türlerin yok olmasına sebep olurken, bu tarz yırtıcıların avlanmayla yok olması daha doğrudan bir sebepten kaynaklanıyor. Bu da farklı bir hüznü doğuruyor.

PANTEİST BİR ANLAYIŞA SAHİBİM

Bir önceki romanınız İncir Tarihi’nden sonra, bu romanınızda da orman anlatısı dikkat çekiyor. Kaleme aldığınız ‘panteist’ metinler, kendiliğinden mi geliyor yoksa bilinçli mi?
- Panteist tavır, İncir Tarihi için de bunun için de doğru bir değerlendirme, yani panteist bir tavrım olduğu gerçek. Doğa ile ilişkili fikirlerden çok etkileniyorum açıkçası. Bir de zaman zaman değişik öykü ve roman fikirleri geliyor aklıma, farklı mekanlarda geçen. Ama, bilhassa içinde doğa, orman veya hayvanlar olan hikâyeleri hissettiğim zaman, daha doğrusu aklıma düştüğü zaman, yazmadan edemiyorum. Çünkü epeydir bu alana, yani dilimizin fazlasıyla hakim olduğu o panteist alana, hem yazar hem de insan olarak duygularımla daha hakim olduğumu, daha doğrusu onun etki alanında daha fazla kaldığımı, hissediyorum. Bu, bir taraftan hem hissedilen, hem yazılmazsa olmayacak bir şey, hem de bir taraftan bilinçli bir tercih. Zira benim dünyaya bakışım edebiyata bakışımı da şekillendiriyor. Benim için önemli olanı fikirler ortaya çıktıktan sonra onun edebi yönüyle şiirsel tarafıyla, anlatımıyla uğraşmaktır. O yönünü daha çok önemsiyorum.

Anlatımda kurulan kısa ve bağlaşık cümleler, gerçekle hayalin ardışık ilerlediği hattâ yer yer birbirine karıştığı “düşsel bir ritm” sağlıyor gerçekten...
- Sözünü ettiğin ifade, elbet hoşuma giden bir şey. Aslında ben dille uğraşırken bir taraftan da dilin içinde bir aura, genel bir atmosfer yaratmaya çalışıyorum. Şayet ormanı yazıyorsam, aslında ön plana çıkan şeyin sözcükler değil de o ormanın kokusu, yaprakların rengi, sisin yoğunluğu olmasını istiyorum. Kitaptaki anlatıcı karakterin, orada erimesini istiyorum. Örneğin anlatıcı, ormanda yürürken çocukluğundan kalan bir oyunu hatırlıyor. Yan yana yatan iki insanın nefes alıp verişleri bir süre sonra aynı ritmi yakalar. İki karın yan yana olunca, bir süre sonra karınlar birlikte inip kalkmaya başlar. Ben metinde de bu birlikteliğin olmasını istiyorum. Karakter ormanla birlikte yeni bir varlığa bürünüp o atmosferin bir parçası oluyor. Edebi olarak da hem burada hem de diğer kitaplarımda yapmaya çalıştığım şey bu aslında. Sözünü ettiğin, düşten gerçeğe belirli belirsiz geçişler, karakterin o atmosfer içinde yavaş yavaş erimeye başlamasıdır, aynı şekilde sözcüklerin de...

Bu düşsellik biraz Pars imgesinden de kaynaklanıyor aslında. Romanda onu gerçekten görenlerin anlattıkları bile bir efsane gibi dile getiriliyor...
- Borges, bir metninde şuna yakın bir söz eder; “Bir kaplan aslında her zaman bir düştür bizim için.” Dolayısıyla ne bizim gördüğümüz bir yırtıcı hayvana başkalarının inanması mümkündür, ne de bizim gerçekten o hayvanı görüp görmememizin gerçek olup olmaması önemli değildir. Önemli olan bizim o düşsel sahneyi yaşamış veya yaşadığımıza inanmış olmamızdır. Metindeki kadar gerçek hayatta denk geleceğimiz bir pars zaten böyle bir şey, bir düştür. Benim romanda o yoğun siste, o yağmurlu havayla yakalamaya çalıştığım görüntü de zaten böyle bir görüntüydü. Bizim bu hayvanı ancak belli belirsiz görebilmemiz mümkündür. Önemli olan ona ne kadar inandığımız.

Bu bağlamda, anlatıcının ilk cümlesinden son cümlesine kadar anlattığı her şeyin bir sanrı olarak algılanması bile mümkün öyleyse?
- Öyle denebilir. Aslında beni “Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur”u yazmak için heyecanlandıran da bu belirsizlikti. Yani benim sevdiğim belirsiz atmosfer ile Anadolu Parsı’nın sahip olduğu, yarattığı atmosferin bir yerde buluşup denk gelmesiydi. Şahsen yazacağım bir hikâyenin veya romanın, az çok sahip olduğu havayı veya görüntüyü -ki ben o sisli görüntüleri çok severim- baştan çizdikten sonra, ister istemez hikâye de o yöne doğru gidiyor. Dikkat edildiği zaman diğer metinlerimde de bu ve buna benzer unsurlar dikkat çekecektir. Bu belirsizlik, daha doğrusu biraz sisin ardında kalmış atmosfer, sözünü ettiğimiz düş-gerçek koşutluğunu ve haliyle sanrıyı doğuruyor. Her okur farklı değerlendirebilir. Ama bir gerçek var ki, parsı görmek veya onu gördüğüne inanmak ne kadar sanrı ise anlatıcınınki de o kadar gerçek veya sanrıdır...

AVCI, AVDA KENDİNE AİT OLANI ARAR

Başta Melville’in Mobydick romanı ve Yaşar Kemal’in Alageyik Destanı olmak üzere, av-avcı ilişkisinin tema olarak ele alındığı metinlerde ikili arasındaki, deyim yerindeyse, marazi aşk dikkat çeker. Sizin romanınızda da var buna yakın bir durum...
- Aslında Yaşar Kemal’in Alageyik hikâyesi bu konunun en güzel anlatıldığı metinlerden birisi. Avcı’nın dağdaki geyiğe duyduğu aşkı anlatır. Hattâ Ali evlenir, gerdek gecesi geyiğin sesini duyar ve birden delirmiş gibi, tüfeğini alıp evden dağa çıkar. Ben avla avcı arasındaki bu tür yorumların bize ait olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim, avın böyle bir şey hissetmediği. Bizim birer avcı olduğumuzu varsayalım, dışarıdaki bir hayvana veya bir canlıya bizim kendi içimizde yarattığımız bir konum vardır. Aslında o av hayvanı, avcının içinden bir parçayı taşıyordur ve avcı da onun peşinden gider. Bu bir süreç olarak ele alınmalıdır, yoksa bilindik avdan söz etmiyorum. Avcı peşinde olduğu hayvana kendinden bir parça verir ve o peşine düştüğü şey aslında kendine ait parçadır. Ahab’ın da Mobydick’teki yaklaşımı budur. O balinada kendi içindeki ruhsal, dulgusal sinirsel duruma ulaşmanın derdindedir. Baktığımız zaan elbette aşkî olarak adlandırılabilir. Romandaki pars ve bütün avcılar arasındaki ilişki de yine böyle adlandırılabilir. Anlatıcının parsa yaklaşımı da özdeşlik kurmaktır, diğer avcılarınki de benzer bir arayıştır.

Romanda açık bir Rapunzel göndermesi olsa da başka metinleri anıştırma da sözkonusu. Bu açıdan bakacak olursak, buna bir pars masalı demek ne kadar doğru olur?
- Hikâyenin belirsizliği diye en baştan beri sözünü ettiğim durumdan kaynaklanıyor bu. Yani hikâyenin bütün yapısını okura birebir aktaran metinleri sevmiyorum. Yapmaya çalıştığım şeyin, çok iyi olanları var, bugün döne döne okuduğumuz metinler bunlar. Ben de birebir anlatmayı seven yazarlardan değilim. Kendi yazdığım hikâyeyi yorumlamaktan da hoşlanmıyorum. Benim yazdıklarımın biraz masala yakın durmasının, öyle görünmesinin sebebi az önce sözünü ettiğimiz belirsizlik ve sisli atmosfer. Her ne kadar, birebir kullanmasam da, bir masalı alıp yeniden yazarak yeni bir metin yaratmak için çabalamasam da, masallara bir okur olarak özel bir ilgim ve yatkınlığım var. Yazar olarak ise bunu ısrarla kullanayım diye bir çabam yok. Bunlar edebiyatın temeli olan anlatılar. İncir Tarihi’ndeki kadar masal üzerine gitmiş değilim, hattâ o masaldan romana evrilen bir metindi. Burada kahramanımız biraz daha kendi sorunlarını yaşayan, bizim çevremizde görebileceğimiz, modern birey olarak anabileceğimiz bir karakter. Bu bağlamda oradaki sisi, kaplanı, ormanı başka bir yorumcu başka bir metin olarak da değerlendirebilir. Masal olarak da değerlendirilebilir elbette.

KADINA ŞİDDETİ YAZARKEN BİLE ZORLANDIM

Romanda, metin onu gerektirdiği için yazdığım sahnelerdi, abisinin Ceren’i dövdüğü sahneler. Ancak şunun bilinmesini isterim ki, yazarken en çok zorlandığım bölümler bunlardı. Kadının gördüğü şiddetin bence üstünde durulmalı. Genel ölçekte Türkiye ve dünyadaki tüm kadınların şiddet görmesini bilmek zaten yeterince acı veriyor. Roman özelinde ise, onu yazmak bile benim için oldukça zor ve huzursuz edici bir süreçti. Fazlasıyla üzüntü verici olduğunu söylemek isterim. Dilden de anlaşılacağı üzere, bir an evvel o bölümden kurtulmak ister gibi bir tavır dikkati çekecektir. Diğer bölümlerin aksine bu şiddet bölümleri yazarken beni çok huzursuz etti, okurları da edecektir... Bunun farkında olmak gerek, gerçek bir yana metinde böyle bir şeyi anmak bile bana sıkıntı verdi, bunun bir yerlerde gerçek olması durumu bile üzüyor insanı. Bunların yazılması bile yeterince utanç verici...

DAHA EKSİK BİR DÜNYAYA DOĞMUŞUM

İşi çok duygusallığa getirmeden söylemek gerekir ki, durum çok trajik! Benim doğum tarihimle son Anadolu Parsı’nın öldürüldüğü tarihin aynı olması, üzücü. Bunu, Anadolu Parsı ile ilgili bir şeyler okumaya başlayınca bölük pörçük fark etmiştim elbette. Bizim doğumumuzla bir muhteşem türün yok oluşunun aynı tarihe denk gelmesi; daha eksik bir dünyaya doğmuşum, hissi yaratıyor. Daha eksik bir Anadolu’ya doğmuşum. Ama bu aynı zamanda şunu da getiriyor; kimbilir daha nelerin eksildiği / eksileceği bir dünyaya doğuyoruz. Onuncu bölümün sonunda yaşanan karşılaşmayı okurlar okuduktan sonra daha iyi anlayacaklardır elbette ama, bir daha asla böyle bir karşılaşma yaşanamayacak!
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!