Sizlerden gelen

Güncelleme Tarihi:

Sizlerden gelen
Oluşturulma Tarihi: Eylül 22, 2003 18:05

Beşiktaş iskelesindeki tuvaletin isyanı – Tuğçe Baran’ın Vatan aşkı - Kanın bedeli 2,5 milyar mı, diye bir Fenerliye soruyor – Bir Karadeniz fıkrası da bizden – Tıp literatürüne bir ilavemiz daha olmuş – Polisin “başını ağrıtan” iki okurum, biri yurtdışından gelmiş, biri Trabzonlu – Bir “polis hikayesi” de benden...

Haberin Devamı


Nilüfer Onursal okurum bir not geçmişti, çok oldu. Beşiktaş iskelesindeki umumî tuvaletin kapısında şöyle bir tabela asılıymış: 

                     Çevremizi temiz tutalım
                                   Tuvalet
 
Nilüfer Hanım “Acaba insanlar, tuvaletin dışını da mı kullanıyorlardı?” diye soruyor. Bense bu tabeladan başka bir anlam çıkarıyorum: Umumî kenef bile insanları “çevreyi kirletmeyin” diye uyarmak ihtiyacı duyuyorsa, demek ki ortalığı gerçekten b.k götürüyor...


*

TUĞÇE BARAN’IN VATAN AŞKI...

Burcu K.
“Tuğçe Baran-Nurcan Akad : Herkes kendi genel yayın yönetmenine yağ çeksin” başlıklı yazım üzerine bir not geçmiş. Tuğçe Hanım meslektaşımın 5 Eylül tarihli “İyi ki doğdun Va-taaan!” başlıklı yazısından bir alıntı. (Gerçi Selahattin Duman gerekli cevabı verdi ama ossun...)

Şöyle bitiyor yazı: “Özetle çok şahane bir geceydi. Sol ayak başparmağım hâlâ sızlıyor ama feda olsun. Nice yıllara Vatan’ım, şahlanan atım, yüreklere umut katanım... (Bu yağcılıkla yılbaşında zam almazsam yuh olsun bana!)"


*

EMRAH, BENİM GİBİ FENERLİ’YE SORULACAK ŞEY Mİ BU?

Emrah
, yurtdışında yaşıyormuş, “Akan kanın bedeli 2,5 milyar mı?” diye soruyor. Trabzon-Fenerbahçe maçında başından yaralanan yavrucağı görünce içi burkulmuş, verilen cezayı yetersiz buluyor, “Eğer o çocuk Tahkim Kurulu’ndan birinin kızı olsaydı?” diye soruyor.


*

NEW YORK İTFAİYESİNDE İKİ KARADENİZLİ

Selman Badik
’ten gelen bir fıkra:

Temel ile Dursun Amerika'da itfaiyeci olmuşlar. Daha göreve başladıkları gün, New York’ta, bir çocuk yuvazında yangın çıkmış, 5-6 katlı bir bina. İtfaiye merdiveni bir türlü açılmamış, çocuklar üst katta alevlerin içinde... Başka çare bulamamışlar, Temel 3.kata çıkmış, çocukları bir bir aşağı atıyor, Dursun havada kucaklayıp yakalıyor. Bir, üç, beş... Derken, bu sefer bir zenci çocuğu kucağına almış Temel, dikkatle aşağıya bırakmış, ama Dursun tutmaya bile çalışmamış, çocukcağız laaak diye kaldırıma çakılmış.

Temel bağırmış yukarıdan:

- Ula Dursun, niye tutmadin lan bebeyi?
- La oğlum yanıklarını atarak vakit kaybetmesene!


*

SPOR YAZARLARI VE OKUR YORUMU

Arda Kara
’dan gelen e-posta ise “sempatik” giriyor...

Sevgili Serdar Ağabey, belki boyle bir giriş yapmam biraz abes kaçacak ama yazılarınızı okurken farklı bir hava duyuyorum ve hani mahalle aralarında küçüklere öğüt veren ağabeyleri dinliyormuş gibi oluyorum, belki de bu yüzden böyle bir giriş yapmayı tercih ettim...” (Teşekkür ederim!)

Arda yurtdışında okuyormuş, haberleri ve köşe yazılarını (yurtdışında yaşayan Türkler’in onda dokuzu gibi) Hürriyetim’den izliyormuş ama bir itirazı var: “Niçin bütün köşe yazarlarının e-posta adresi varken, yazılarının altında ‘yorum’ imkanı varken, spor yazarlarının yok? Onlar teknik adamları, futbolcuları, diğer yazarları en acımasız şekilde eleştiriyorlar, niye eleştiriye, yoruma, cevaba tahammülleri yok?”

Arda’ya “sorar bir cevap veririm” diye söz vermiştim, tutuyorum:

Bir defa, spor yazarlarının pek e-posta kullanma alışkanlığı yok anlaşılan. Yazarlara sormadım sebebini, ama bir tahminde bulunabilirim: Futbolla ilgili bir eleştiri yaptınız mı, sizi onaylayan bir cevaba karşılık 99 ‘karşı cevap’ alıyorsunuz, bunların tamamı da ana avrat sövme şeklinde... Bu e-postalara cevap vermek mümkün değil. Aynı şekilde yorumlar da... Ayrıca, yorumları okuyup cevap vermek için, spor yazarının – program güvenlik açısından böyle tasarlanmış – Hürriyet binasına bizzat gelmesi gerekiyor. Ama spor yazarları ya dışarıdan yazıyorlar, ya da Hürriyet binasına çok az uğruyorlar...

Tabii ki her haber ve yazı gibi, spor yazılarına da “yorum” bölümü açılmalı... Ama böyle pratik ve teknik bir sorun var ki, demek ki aşılamıyor...


*

BEHÇET HASTALIĞI VE SÜREYYA HASTALIĞI

Akif Baysal
, Tucson Arizona’dan yazıyor:

Tıp literaturune uzun bir aradan sonra bir katkı daha yaptık, hayırlı olsun. Yıllar evvel Behçet Hastalığı’nı keşfedip tıp literatürüne kazandırmıştık, bu sefer de de Süreyya Ayhan Hastalığını... Bakıyorum bütün gazeteler yarış içinde, olayın tıbbî detayları tartışılıyor, yok bilmem ne hapı alırsa gecikirmiş de yok ödem yaparmış da...

Bu arada, Murat Belge’nin Hürriyetim logosunun üstünde çıkan fotoğrafı ne kadar da Robert de Niro’ya benziyormuş...

 
*

AVRUPA’DA BU İŞLER KOLAYDIR, NE KONUŞUYORSUNUZ?

Almanya’dan Güldal G. yazıyor:

“Bugün size "tatilim bitti" diye bir başlık attım, ama itiraf edeyim bu defa üzülmedim tatilimin bittiğine. Neden mi? Türkiye’de insanlık diye birşey kalmamış gerçekten, bizim insanımız, geçim sıkıntısından mıdır bilinmez artık ‘Hep bana, hep bana’ demeye başlamış. Akrabalarınız, en yakın dostlarınız bile sırt çevirir olmuş...”

Doğalgaz hakkında bilgi almak üzere bir şubeye gitmişler baba kız. Yolda, çevrelerini saran, biri önlerinde, biri arkalarında seyreden iki motosikletli dikkalerini çekmiş, ama endişelenmemişler. Arabayı park edip, anahtarı kahyaya teslim etmişler. Ama işlerini bitirip çıktıklarında, görevli, gayet pişkin bir şekilde “Abi bu araba sizin miydi?” diye sormuş... çünkü başında kahya bekleyen aracın... camını kırıp, içindeki bir el çantasını çalmışlar.

Polis gelmiş, “Biz motosikletlilerden şüpheleniyoruz” diyen baba kızı karakola davet etmişler, fotoğraf kataloğuna bakıp teşhis etsinler diye. O sırada Komiser gelmiş, ne olup bittiğini sormuş ve hiç sıkılmadan “Siz Avrupa’da yaşıyorsunuz, iki tane kağıdın ne önemi var, oralarda bu kağıtları yeniden çıkartmak kolay” mealinde bir laf edince, Güldal H.ın tepesi atmış. “Doğru, demiş, sizin zihniyetinizde insanlar bu memlekette polis hatta komiser olabiliyorsa, küçük bir hırsızlığın ne önemi var? Ama sizin mıntıkanızda plakası olmayan iki motosiklet geziyormuş, demek memurlarınızın seyirci kalmasına şaşmamak lazım...”

Babası Güldal H.ı susturmaya çalışmış ama nafile. Komiser “bir Dövlet görevlisi” olarak tehdit dolu klasik soruyu patlatmış hemen: “Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun?”

Hakkı yenmiş Avrupaî Türk kadınından daha panteri yoktur... Güldal H. da komisere ağzına geleni söylemiş, “Bırakın, yakalamaya çalışmayın hırsızları, önce üniformalı hırsızları yakalamak lazım” demeye kadar götürmüş işi...

Güldal H. haklı kızmakta, Avrupa’da en büyük suçlardan biri sayılan “görevi başındaki memura hakaret” fiilinin pek bir yakınından geçse de...

Arabamızın camı kırılıp radyosu çalındı, diye gittiğim Etiler Karakolu’nda polis memuru “Bizi boşuna uğraştırıyorsun” edasıyla açıp bana bir dosya göstermişti, içinde (sadece bu karakolun bölgesinde) yüzlerce benzer zabıt... “Bugüne kadar bir tanesi bile yakalanmadı abi!”


*

BAK BAK BAK, POLİSİ BOŞUNA İŞGAL EDEN BİRİ DAHA...

Karadeniz Teknik Üniversite’den Haluk Testereci Hoca’dan gelen yazı özetle diyor ki...

Bir gece, misafirlerini eve bırakmak üzere çıktıkları yolda (Trabzon’dayız) polis çevirmiş, 3-4 araçlık bir trafik ekibi. Üçyüz metre kadar sonra Trabzon’un en işlek kavşaklarından birinde (İpekyolu-Üniversite-Farabi Hst. Kavşağı) trafik ışıklarının hem yeşil, hem kırmızı yandığını fark etmişler. Böyle bir kavşakta büyük bir tehlike tabii ki... Dikkatle geçmişler. Derken, üç yüz metre kadar sonra, bir çevirme daha. “Memur bey, ışıklar arızalı...” diye uyarmaya çalışırken, dinleyen olmamış, “sis lambalarıyla seyretmek” gibi korkunç bir suç işledikleri için cezası da cabası... “Vallahi bize denetleme yap, denildi. Trafik ışıklarını ihbar etmek istiyorsanız karakola gidin!”

Sorumlu ve vicdanlı vatandaşlar olarak gidiyorlar. (Ne üstünüze vazife, değil mi? Sen ölmeden geçtin ışıkta ya, git evine huzur içinde yat... Bırak ölen ölsün!) Amir denetlemeye çıkmış, anons ediliyor, ama telsizden âlî görüşlerini bildiriyor: “Malum kavşaktan ben az önce geçtim, bir arıza tespit etmedim, tamam!”

Yani, üşenmeyip karakola kadar gelen dört sorumlu vatandaş yalancıdır! Israr ediyorlar, biz gözlerimizle gördük... Amir karakola dönünce tartışma devam ediyor, biz gördük-ben de gördüm, dört yöndeki lamba da arızalı-hayır değil! Amir başına bela olan vatandaşlardan kurtulmak için, “malum kavşağa” kadar gitmeyi kabul ediyor. Hep birlikte gidiliyor. Sonuç, tabii kavşağın dört yönündeki ışık da arızalıdır, aynı anda hem yeşil, hem kırmızı yanmaktadır... Bu arada, kavşağın 300 metre ötesinde ve berisinde, 5-6 araçtan oluşan iki ekip denetlemelerini sürdürmektedir.

Sorumlu vatandaşlar söz konusu lakayt amiri üstlerine de şikayet ediyorlar tabii ki...

Haluk Hoca’nın bu anlattığı ne kadar olumlu bir anekdot, değil mi? Vatandaşlar “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demiyorlar, ısrarla bir hatayı bertaraf etmek için uğraşıyorlar, kovalıyorlar, sorumluları buluyorlar, görevini yapmayanları şikayet ediyorlar... Avrupa Birliği’ne en iyi “uyum” budur işte.

Gayet tabii, polis amirini şikayet eden Haluk Hoca’nın kendisine tebliğ dahi edilmemiş, 4-5 senelik (üstünde “defalarca anons edilmesine rağmen araç hatalı yerde park etmekte ısrar etmiştir” türünden “ağırlaştırıcı” notlar iliştirilmiş) trafik cezalarının birden bire ortaya çıkması, jandarma marifetiyle eve kadar gelerek imza ettirilmesi... yani bu olaydan sonra polisin birden bire Haluk Hoca’nın geçmişiyle bu kadar yakından (!) ilgilenir olması... Hocam tesadüftür bunlar, tesadüf, bizim polisimizin “Sen beni ihbar edersin demek, bak ben senin canına nasıl okurum!” diye aklından bile geçmez !!!


*

BİR TESADÜF DE BENDEN...

Bu kadar polis hikayesi okuyunca, ben de dayanamadım.

On yıla yakın, başında bulunduğum şirketin bir Doğan arabası vardı, satmaya karar verdik. Şoför çocuk, müşterilerden biriyle denemeye çıktı, “Sakın arabayı adama bırakma, direksiyonda sen otur hep” dememe rağmen, arabayı çaldırdı.

(Uzun bir turdan sonra, adam ‘Ben bu arabayı karıma alacağım, bir de o görsün’ demiş, meskûn bir mahalleye gitmişler. Adam önce ‘Kızıma götüreyim” diye bir dondurma almış bakkaldan, bir apartmana girip çıkmış, “Hanım banyodaymış, hemen giyinip geliyor..” demiş. Arabadan inip, şoförle ikisi, apartmanın duvarına oturmuşlar, bir iki sohbetten sonra, müşteri kılığındaki adam ‘Yahu arabayı alacağız, şöyle bir direksiyonuna bile oturmadık..” deyince, bizimkinin yüzü tutmamış artık olmaz demeye. Adam gaza basıp kaybolmuş. Tabii ne ev, ne çocuk, ne kadın...)

Şoför, adı Abdullah olsun, Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne gidip şikayette bulundu, bekliyoruz. Umutsuz... Bir müddet sonra, Kayseri’den biri aramış, “Sizin ... plakalı Doğan’ı sen satın aldım, bir vekaletname gönderseniz de üzerime geçirsem” diye. Sekreter kız bilememiş, “Bizim arabamız çalındı” deyince, adam telefonu kapatmış hemen. Tembih ettim, bir daha arayan olursa ne yapacağını söyledim. Bir hafta kadar sonra, bu sefer Sivas’tan aramışlar, yine biz arabayı aldık, bir vekaletname, diye. Sekreter kızımız da, bu sefer “Tamam efendim, bana adınızı, adresinizi verin” demiş.

Yakalattık adamı, yakalattık ama ne fayda. Garibin biri, hesaplı bir Doğan buldum diye, çalınmış arabaya yüklü bir peşinat ödemiş, yani o da mağdur. Arabayı bulduk tabii ama hırsız yine ortalarda yok...

Bu arada, bir detay dikkatimi çekti: Çalıntı araca sahte ruhsat yaptırmışlar bir tane, öyle “satıyorlar.” Fakat ... sahte ruhsatta aracın sahibi olarak şirket görünmüyor (Trafik kayıtlarına baksalar, Doğan şirketin üzerine kayıtlı), sahibi olarak... arabayı çaldırıp, polise şikayette bulunan bizim şoför Abdullah görünüyor.

Peki, Abdullah’ın adını kim biliyor?

Sadece ve sadece zaptı tutan, Beyoğlu Emniyet Amirliği...

Bilmem anlatabildim mi?

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!