Güncelleme Tarihi:
OSMAN BEY YÜZÜMÜ KIZARTTI
“Merhaba Serdar Bey, köşe yazarlarına yazı yazma alışkanlığım olmamakla beraber, bugünkü yazınızı okuyunca aşağıdaki fıkrayı sizinle paylaşmak istedim. Biliyor da olabilirsiniz” diyor Osman Bey ve anlatıyor:
Adam eşini doktora götürmüş, doktor muayeneden sonra,
- Beyefendi eşinizin karaciğerine bir şey dokunuyor, deyince, bizimki elini göğsüne götürerek
- Teveccühünüz efendim, demiş"
Osman Bey bu fıkrayı göndereli çok oldu, ne vesileyleydi unuttum...
*
AMA BİZ ARTIK MAALESEF ‘BÖYLEYİZ’ YELİZ...
Serdar,
4 yıldır Kanada’da yaşayan, eğitimli, Cumhuriyetçi bir ailenin evladı, 34 yaşında, bir kız çocuğu annesiyim. Türkiye’de yaşarken de Avrupa’ya gitmiş insanların bizleri, yani Türkler’i nasıl tanıdıklarını görmüştüm. (Zengin çocuğu değil, emek vermiş ailelerin emek veren çocuklarıyız.) Biz Türkiye’de olanlara tamamen kendi bakış açımızla bakıyoruz. Ben burada 4 yıldır kime ‘I’m from Turkey’ dediysem, inandıramadım. Neden başımın açık oylduğunu sordular. Yani daha bizim başımızın açık olduğunu bilmiyorlar. Bizi Arap olarak algılıyorlar, bu işin bir yönü.
Geçen hafta Fashion TV’de Türkiye’de ve İstanbul’da modadan söz edip, Eminönü ve Nişantası’ndan kadınlar gösterdiler. Türkiye’den çıkmış tek modacının Hüseyin Çağlayan olduğu vurgulandı. Bazı modacı ve mankenlerle röportaj yapıldı. Bunlardan biri Miss Turkey Burcu Kutluk’tu. Ona ‘Mayoyla fotoğraf çektirir misin?’ diye sordular. ‘Ben bikinili fotoğraf çektirmem, Türkiye’de insanlar bikinili kızlar görmeye alışık değiller. Türkiye’de basın Avrupa’dan ve Amerika’dan farklıdır, sonra bu pozları aleyhime kullanırlar’ dedi. Evet aynen böyle söyledi...
Ben daha ne yazayım ?
Yeliz U.
*
EDA’NIN AÇAMADIĞIM YAZISI
Eda diyor ki :
Merhabalar, bu seferki yazıyı ben derledim.! Sizin de her ne kadar Kars'a bir sempatiniz varsa da o meşhur "Laz bakkal" hikayelerinizi de zevkle okumustum vakti zamanında. Bendeki Karadenizlilikte o bölgedeki bir geleneğin zevkini yaşamama neden oldu.
Karadeniz’de Anadolu’daki aşıklar atışması gibi "atma türkü" atışması vardır. Bu olay canım Karadenizli’min, espri, kıvrak zeka ve de yöresel şivesiyle birleşince, ortaya stand-up komedyenleri aratmayacak ürünler çıkıyor.
Aşağıda size bir derleme yaptım, bazı deyimler yöresel olduğu için anlamakta zorlanabilirsiniz diye küçük açıklamalar da ekledim....”
Diyor Eda, ama ağzımızın suyunu akıtıp bırakıyor. Çünkü geçtiği derleme okunmuyor.
Eda, çok zaman oldu biliyorum, ama şu Karadeniz atışmasını tekrar bir geç de, okurlarla paylaşalım...
*
HÜRRİYET BUNU YAPARSA...
Ama, Eda’nın elimde bekleyen bir mesajı daha var ki, onu çözmeyi başardım. (İngilizce klavyeyle yazılan metinleri Türkçe formata çevirmek o kadar zamanımı alıyor ki, gecikiyorum. Ama sizin de elinizden bir şey gelmez, biliyorum.)
Merhaba Sayın Devrim, (Yapmayın Eda, ya Serdar deyin, ya Sevgili Serdar deyin ama Sayın Devrim feci oluyor, kendimi politikacı gibi hissediyorum, Allah göstermesin!)
Bu hafta sonu uzun zamandır bir türlü firsat bulup da yapamadığım New York ziyaretini kardeşlerimin de Türkiye’den gelmesini fırsat bilerek yapmaya karar verdim.. Bu zamanlarda çok güzeldir dediler üstelik.. Biz de 4 günlük bir seyahat planlayıp Chicago’dan uçtuk NY’a. Neyse gezimizin son günü, cumartesi NY’tan ayrılmadan önce o meşhur 5th Avenue’da bir daha şöyle bir dolanalım diye civil civil güzelim bahar havasında sağa sola bakınıp dururken etraftaki polislerin kalabalıklığını fark ettik.. Yoksa yine mi bir olay var diye polisin yanına gittik ve tüm sempatikliğimizi ve güler yüzümüzü kullanarak (buradaki polisler Türkiye’dekiler gibi degil nemrut adamlar) bir olay olup olmadığını sorduk.. meğer sorduğumuz adam da polislerin şefiymiş, elindeki dosyayı havaya kaldırdı ve üstündeki yazıyı gösterdi : Turkish Parade yani Türk Yürüyüşü... Biz de aaaaa ciddi mi emin misiniz ne zaman nerdeee diye sevinç cığlıkları atarken.. polis “Siz madem Türk’sünük niye haberiniz yok?” diye bir de fırçaladı.
Her neyse biz heyecanla yürüyüşün olduğu caddeye doğru yürüyüp boş bulduğumuz bir kenara çekildik ve heyecanla geçenleri alkışlamaya başladık. İlk geçen gurupları ben ev kadınlarının temsili sanmıştım, bebek arabaları, çocuklar ağızlarında sakız layatk bir şekilde yürümelerinden... Meğer bir derneğin üyeleriymiş. Ve bu tip gruplar, istisnasız hen derneğin üyeleri arasında vardı.
Neyse, sonunda, uzaktan, müthiş bir müzik eşliğinde Hürriyet’in standını taşıyan gösteri arabası göründü. Heeey, nihayet Türkiyemiz’i tanıtacak bir yayın kuruluşumuzun arabası geliyor, bizi temsil edecek! Ama o ne? Aracın üzerinde bir Sulukule ordusu (kimse kusura bakmasın, kimseyi aşağılamak için söylemiyorum ama aklıma başka bir terim de gelmedi) ve göbek müziği, sonuna kadar açılmış. Kadınlar, konvoyu seyredenlere dönük göbek atıyorlar. Ve bu ekip HÜRRİYET’İ TEMSİL EDİYOR! Yani Türkiye’deki bir medya kuruluşunu. Seyreden Amerikalılar da gözlerine inanamamış olacaklar ki, bunun bir gazetenin standı olduğunu bana teyit ettirdiler. Arkadan MİLLİYET’in arabası geldi. Üzerinde ‘En güvenilir’ gibi bir slogan yazılı. Onlar da aynı şekilde bir şarkıcıyı çıkarmışlar şarkı söyletiyorlar...
Gösterinin devamı böyleydi. İnsanlar evlerinden fırlayıp gösteri kamyonlarının tepesine çıkmışlar gibi bir halleri vardı. Türkiye’yi sadece ellerindeki bayrakları sağa sola sallayarak, belly dancing yaparak temsil edebileceğini sanan bir grup insan...
İşin en garibi, eve dönüp de gösteriyi gazetelerden okumaktı. Gazeteciler benden farklı bir ‘Turkish Parrade’ izlediler acaba?
Hürriyet’te başka kimse derdimi dinlemez diye size yazıyorum...
*
BİR YATILI OKUL ANISI
Merhaba Serdar Bey,
Sizin yatılı okullarla ilgili her yazınızı okuduğumda benim lise birinci sınıfı yatılı olarak okuduğum Erzurum Nenehatun Kız Lisesi'ndeki anılarım gözümün önüne geliyor ve acaba hâlâ oradaki çocuklar aynı şartlarda mı okuyor diye merak ediyorum.
Şimdi yazacaklarım ne kimseyi suçlamak ne de şikayet amaçlı. Sadece paylaşmak istedim bunları.
1988-89 öğretim yılında bu okula yatılı olarak devam ettim. Neresinden başlayacağımı pek bilmiyorum ama okulla ilgili iyi hiçbir anım olmadığını söyleyebilirim öncelikle. Benim zamanında kaldığım yatakhane 41 kişilikti. 2 kişilik ranzalardan 21 tane vardı ve ayrıca soyunma dolaplarımızın büyük bir bölümü de bu yatakhanede idi. Bizim yatakhanenin dışında bir tane orta okul kısmı için yatakhane ve bir tanede son sınıflar için vardı. En iyisi son sınıfların yatakhanesi idi çünkü doğru hatırlıyorsam onların ki 20 kişilik falandı.
Okulda tek bir gün bile kalorifer yandığını hatırlamıyorum. Öylesine soğuk olurdu ki geceleri uyuyabilmek için sırasıyla şunları giyinir öyle yatardım. Bir takım pijama üzerine potur dediğimiz yün tayt, üzerine bir piyama daha ayaklara yün elde örülmüş çorap üstüme iki takım pijama içine babam için örülmüş dizime kadar inen el örgüsü yün süeter onların üstüne en kalınından bir hırka , başıma şal sarar hatta bazen ellerimi eldiven takardım. Bir döşek üzerine örtülmüş battaniye birde kalın yorganın üzerinde battaniye olurdu. Yorganın kenarları soğuk girmesin diye döşeğin altına sıkıştırıldığından açılmasın diye ranzanın baş kısmından yatağa tırmanıp yavaşça içine süzülür başıma kadar çekerdim. Hatta böyle yatmaya öyle alışmışım ki eve döndüğümde yorganın içinde hiç kıpırdamadan ve başımı çıkarmadan uzun süre yatınca annem bana birşey oldu sanmıştı.
Neyse bunlar sadece soğuğu ile ilgili. Bu okulda her türlü temizlik görevi bizdeydi. Gündüzcü öğrencilerde bizim tuvaletlerimizi kullanır ama arkalarından yine biz temizlerdik. Bu gerçekten gururumuza dokunurdu. Kendi pisliğini temizlemek hiç dokunmazdı da onlar annelerinin sıcak kucağına dönüp bin bir türlü naz yaparken arkalarından bizim tuvaletleri temizlememiz çok ağır gelirdi. Sadece öğretmenler odası, onların tuvaletleri ve belleticilerin yatakhanelerinin temizliğini biz yapmazdık.
Yatakhanelerimiz, yataklarımız ve dolaplarımız öylesine düzgün olmak zorundaydı ki hani şu askerler için yapılan para zıplatma hesabı var ya bizim için gerçekten doğruydu.
Yemeklerimizin içinden her türlü iğrenç şey çıkabilirdi olsun çıksındı bunlar sağlıklı yemeklerdi ve çıkanı bir kenara koyup yemeğe devam etmek zorundaydın. Zaten yememek gibi bir şansın yok. Yemeğe giderken Nevin Hanım (yatılıların müdür yardımcısı) kantinin önünde durur bir şeyler almamızı engeller, yemekte eğer yemeğini yememişsen yine kantinden alış veriş yapmana izin vermezdi. Bilmem inanırmısınız ama bir keresinde yemekten kırkayak çıktı ve sadece o tabağın sahibinin yemeği değiştirilip hepimize o yemekler yedirildi. Sanıyorum mercimek yemeği idi çünkü sonra yıllarca bu yemeği yiyemedim. Sabah kahvaltılarımız facia idi. Günlük ya sadece 4 zeytin ve maksimum bir tatlı kaşığı pekmez ile çeyrek ekmek veya zeytin yerine küçük bir parça beyaz peynir. Bunların yanında annelerimizin memleketten yolladığı yiyecekleri de elimizden alır herkese paylaştırırlardı. Annenin yaptığı sarmadan şansına 2 tane düşerse sevinirsin.( Aslında bu uygulama bana bugün pek yanlış gelmiyor hani memleketinden hiç birşey gelmeyen çocukları düşünüyorum da iyi ki öyleymiş diyorum)
Neyse bir de disiplin konusu vardı ki evlere şenlik. Okulumuzun taştan bahçe duvarları sanıyorum en az 2,5 metre falandı ve aynı şekilde birde demir bir bahçe kapımız vardı. O kapıya yatılı öğrencilerin 3 metreden fazla yaklaşması yasaktı. Çünkü dışarda erkekler olurmuş ve biz bu parmaklıklar arasından onlarla konuşabilirmişiz. Hafta sonları Cumartesi günleri sadece 3 saatlik çarşı iznimiz vardı ve bu izin saatlerinde renkli şeyler giymek, saçını süslemek, takı takmak vs. yasaktı. Bu süre süresincede Erzurum’un mecburiyet caddesi diyebileceğimiz Cumhuriyet Caddesi’nin her köşesinden bir öğretmen çıkar gözlerinin üzerimizde olduğu hatırlatır gibi bize boy gösterirlerdi. Bu kadar güvenli bir okulun gece bekçiliğini nasıl bir mümtaz kişilik yapıyordu biliyor musunuz? Bizden önce ki yıllarda bekçilik yaparken bir kız öğrenciye tecavüz etmeye çalışmış, yakalanmış ancak hacca gidip tövbe ettiği için hiç bir tehlikesi kalmamış bir namus abidesi.
Hafta da iki gün sıcak su vardı Cuma ve Cumartesi sabahı. (bunu çok net hatırlamıyorum günler yanlış olabilir) Öyle otomatik çamaşır makinesi falan bir tarafa merdanelisi bile yoktu herkes koca koca leğenlerden birini kapar önce elinde çamaşırlarını yıkar ve sonra kendisi hamama girerdi.
Benim hikaye bu şekilde yüzlerce örnek verebileceğim için uzayıp gider. Ben o okuldan yıl sonunda banamın boynuna atlayıp yalvararak ağladığım gün kurtuldum. Benim ne kadar çok okumayı istediğimi bilen babam “Babacım ya şehre taşınalım ya da beni okuldan al” cümlemi duyunca o yaz evimizi İzmir’e taşıdı. Zaten İzmir’de bir kooperatifte yapılmakta olan evimiz vardı ve o yıl bitecekti. (Gerçi her kooperatif gibi yaklaşık 10 yıl sonra bitti)
Böylece o okuldan kurtuldum ve liseyi İzmir’de üniversiteyi Ankara’ da öğrenciliğimin keyfini çıkararak tamamladım ama bir çok arkadaşım o okulda liseyi bitirdi. Benim bir yılda bile ruh sağlığımı alt üst eden okul, arkadaşlarımı çok daha derin bunalımlara sürüklemiştir eminim. Şimdi merak ediyorum acaba hâlâ herşey böyle mi devam ediyor?
Gülay SAAT
*
EĞİTİMLE İLGİLİ BİR DOKUNAKLI HİKAYE...
Burcu Kılınç’tan :
Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du. Ve 5. sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün sırasına adeta çökmüs gibi oturan küçük bir öğrenci dikkatini çekti. Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, Bayan Thompson Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını, giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve, Teddy her zaman çok mutsuz görünüyordu. Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni, "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı. İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu. Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek" diye yazmıştı. Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor. Hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor" demişti. Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış, süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin öğretmene armağanı kaba bir kesekağıdına beceriksizce sarılmıştı, diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar. Fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu. Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. O notta, liseyi bitirdiğini ve sınıfindaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hâlâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru. Bu hikaye burada bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı. Bayan Thompson. Teddy hayatının kadınıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson 'un düğünde, damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi. Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı. Ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler, Bayan Thompson. Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için..."diye fısıldadı. Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Sana ben değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"
*
SEN ONLARA İNANMA MURAT
Murat Soysal diyor ki...
Sayın hocam, bu mektubu Rusya’dan yazıyorum. Bir Rus vatandaşından duyduğum söz beni çok etkiledi, sizinle paylaşmak istedim. Buraların durumu malum, bir maliyeci Rus’la tanıştım. Sohbet esnasında sordum ‘Neden 400 dolara devlette çalışmaya devam ediyorsun, özel sektör 2000-2500 dolar veriyor?’ diye.
Cevaba ve bu insanların devlet aşkına inanamadım. Bu adama sormuşlar nerede çalışacaksın diye ve tercihini bu yönde kullanmış. Aynı dönemde aynı okuldan mezun olan gençlerin çoğu da tercihini devlet hizmetinden yana kullanmış. Bir de bizimkileri düşünün...
(Sevgili Murat, yaşını bilmiyorum ama herhalde çok gençsin ve hâlâ pırıl pırıl, temiz yüreklisin. İnsanlara güveniyorsun... Ben artık öyle bir noktaya geldim ki, bu tür söylemlere asla inanmıyorum, aklımdan hemen ‘Muhakkak vardır bir pislik’ diye geçiyor. Muhtemelen, Rus devlet memurlarının veya kamu şirketi çalışanlarının, rüşvet ve yolsuzluktan elde ettikleri gelir, özel sektörde alabilecekleri ücretten yüksektir. İstersen konuyu bir de bu açıdan incele...)
*
BİR GÜNLÜK DAHA...
Merhaba Serdar Bey, aşağıdaki yazıyı e-mail grubundan bir arkadaş göndermisti. Gülmekten kırıldım. Beğeneceğinizi umuyorum.
Pınar Züberi / Las Vegas, NV
Sevgili Günlük,
12 Ağustos : Kanada'daki yeni evime taşındım. Çok heyecanlıyım. Burası
çok güzel. Dağların manzarası muhteşem. Onların karlarla kaplı halini görebilmek için sabrımı zorluyorum.
14 Ekim : Kanada dünyanın en güzel yeri. Yapraklar kırmızı ve turuncunun tonlarına dönmeye basladı. Bir atla kır gezintisi yaptım ve birkaç geyik gördüm. Çok güzeldi. Muhtemelen yeryüzündeki en harika hayvanlar. Burası cennet olmalı. Burayı çok seviyorum
11 Kasım : Geyik avı sezonu kısa bir süre sonra başlıyor. Böyle harika hayvanları öldürmeyi nasıl olur da isterler anlamıyorum. Umarım yakında kar yağışı başlar. Burayı seviyorum!
02 Aralık : Dün gece kar yağdı. Her yerin beyaz bir örtü ile kaplanışını seyretmek için gece kalktım. Tıpkı karpostal gibi. Dışarı çıktık, merdivenlerdeki ve garajın önündeki karları kürekle temizledik. Kartopu oynadık (Ben kazandim). Kar temizleme makinası (Belediye'nin) gelince, garajın önündeki karları tekrar temizlemek zorunda kaldık. Harika bir yer. Kanada'yı seviyorum.
12 Aralık : Dün gece biraz daha kar yağdı. Kar temizleme makinası ile garajın önündeki
karları tekrar temizledik. Burayı seviyorum.
19 Aralık : Dün gece biraz daha kar yağdı. İşe gitmek için garajdan çıkamadım.Burası çok
güzel bir yer fakat kürekle kar temizlemekten yoruldum. Kar temizleme makinasına lanet olsun!
22 Aralık : Bu beyaz boktan dün gece biraz daha yağdı. Kürekle kar atmaktan ellerim su
topladı ve belim ağrımaya başladı. Kar temizleme makinasının ben garajın önünü kürekle temizleyene kadar yolun köşesinde gizlendiğini düşünüyorum. Pez....k!
25 Aralık : İçine ettiğimin Noel’i! Yine yağdı. Eğer kar temizleme makinasını kullanan
pez...ngi bir elime geçirirsem yemin ederim o puştu gebertecem.Yollardaki lanet buzları eritmek için neden daha fazla tuz kullanmadığını anlamıyorum.
27 Aralık : Allah’ın belası dün gece yine yağdı. Kar temizleme makinasının en son geçişinden beri üç gündür karları kürekle atamadığım için eve hapsoldum. Hiç bir yere gidemiyorum. Hava durumunu sunan spiker bu gece 25 santim daha yağacağını söyledi.25 cm karın kaç kürek edeceğini biliyor musun ?
28 Aralık : Kuş beyinli spiker yanılmış. 83 santim daha yağdı. Bu gidişle karlar yazdan önce
erimez. Kar temizleme aracı kara saplandı ve hıyar oglu hıyar sürücü benden küreğimi ödünç istedi. Karları temizlerken tam altı kürek kırdığımı ve sonuncusunu da onun kalın kafasında kırmaktan zevk duyacağımı söyledim.
4 Ocak : Nihayet evden çıkabildim. Markete gittim ve yiyecek aldım. Dönüşte lanet geyiğin
biri arabamın önüne atladı. Arabamda yaklaşık 3000 dolarlık hasar var. Bu Allah’ın belası hayvanların hepsini tek tek gebertmek lazim. Lanet yaratıklar her yerde var. Umarım avcılar hepsinin kökünü kurutur.
3 Mayıs : Arabayı şehirde bir tamirciye götürdüm.Yollara dökülen baş belası tuzlar yüzünden arabamın kaportası çürümüş.
10 Mayıs : Florida'ya taşındım.
(Bu günlük Beceeem’e ithaf edilmiştir!)