Güncelleme Tarihi:
*
ARAS KARGO'DAN AÇIKLAMA
Dedim ben size di’mi “Beni Tüteticinin Serdar Abisi olarak kullanmayın” diye. Alparslan Düven adlı bir okurun Polonya’da Aras Kargo yüzünden çektiklerini yazınca, işin devam geldi. Şirket cevap yazdı. Şöyle:
Sayın Serdar Devrim,
15 Ekim tarihinde Hürriyetim sitesinde yer alan ‘Tüketici Köşesi’ sayfanızda müşterimiz Sayın Alparslan Düven’in şikayetine yer verdiniz. Aktarılan ifadeler olayın perde arkasını tümüyle yansıtmıyorsa da, operasyonel bir hata yüzünden aksaklık yaşanmış ve Sayın Düven mağdur durumda kalmıştır. Aksaklık, adres eksikliği nedeniyle yurtdışındaki aktarma istasyonunda karşılaşılan sorundan kaynaklanmıştır.
Konu ile ilgili olarak Sayın Alparslan Düven Genel Müdürlüğümüze davet edilerek bir toplantı düzenlenmiştir. Toplantıda Sayın Düven’in kaygısı dikkate alınmış, zararları karşılanmak üzere anlaşılarak çözüm yoluna gidilmiştir.
Kurum olarak bizden kaynaklanmasa da, yaşamaya alışık olmadığımız bu tarz aksaklıklardan dolayı duyduğumuz üzüntüyü sizinle paylaşıyor, saygılarımızı sunuyoruz.
Saygılarımızla,
Aras Cargo
“Kurum olarak bizden kaynaklanmasa da” lafına çok gülmekle beraber, Aras Kargo’nun meseleyi hal konusunda gösterdiği duyarlılık takdire şayan.
*
ORTADOĞU ÜZERİNE BİR FIKRA
Yakup Karahan’dan gelen e-posta:
Sevgili Serdar bey, bana kalırsa Irak’ta Amerika’yı daha da zor günler bekliyor. Belki biliyorsunuz ama bu fıkrayı aktarmak istedim. Ben bunun Hollandacasını burada yayımladım, Hollandalı dostlar da bilsin diye...
Bir akrep ve bir kurbağa dere kenarında karşılaşmışlar.
Akrep, kurbağaya “Sevgili kurbağa, demiş, sen yüzme biliyorsun, rica etsem beni karşıya geçirir misin?”
Kurbağa itiraz edecek olmuş, “Ya beni yarı yolda sokarsan?”
”Aaa, hiç olur mu, demiş akrep, hiç öyle şey yapar mıyım? O zaman ben de boğulurum...”
Kurbağa mantıklı bulmuş bu açıklamayı, akrebi sırtına almış, başlamış yüzmeye.
Ama tam derenin ortasına geldiklerinde, akrep cart diye sokmuş kurbağayı, zehrini salmış. Kurbağa “Ulan ne yaptın, aptal, benimle beraber sen de öleceksin!..” deyince, akrep cevap vermiş: “Eee, burası ORTADOĞU! Babana bile güvenmeyeceksin!”
*
KAYNANA-GELİN ÜZERİNE
Bir fıkra da sevgili Hüseyin’den, “Gecelerin Serdar’ı” Hüseyin Gündoğdu’dan. “İstediğin anlama çekebilirsin” demiş. Ben, dincilerle “barışmaya” teşni “eski-cumhuriyetçi” aydınlara ithaf ediyorum bu fıkrayı.
Dağ başındaki bir kulübede iki adam yaşarmış. Dağın bir başı, tabii kadınsızlık başlarına vurmuş. Her gün, tarlaya çalışmaya giden gelin kaynanayı gözler, iç çekerlermiş. Sonunda azıtmışlar, bunları bir şekilde kandırıp kulübeye atalım, işlerini bitirelim, demişler.
Gelin kaynana yürüye yürüye tarlaya giderken, tepedeki kulübeden ağlama sesleri, bağırmalar, çağırmalar duymuşlar. Kadın bu, merak korkuyu yenmiş, tepeye kadar tırmanıp kapıyı çalmışlar.
Adamlardan biri açmış kapıyı, “Bir cenazemiz var, onun için ağlıyoruz” diye kadınları buyur etmişler içeri, girmeleriyle de üzerlerine atlayıp bir güzel “kötü emellerine nail olmuşlar” bizim Türk filmlerinin dediği gibi. İşlerini bitirince de, kollarından tutup kapıya atmışlar iki kadını.
Perişan bir halde, gelin kaynanasına dönüp sormuş:
- Aney be, n’eedcez biz şimcik?
- Vallaha seni bilmem gelin, demiş yaşlı kaynana, ben cenazenin yedisine de gelecem, kırkına da...
*
PARKTA BİR SONBAHAR GÜNÜ
Adanalı e-dostlardan Mustafa Öncül’ün, aciliadana.com (... diye yazmışım, aciliadana.com'u neremden uydurduysam??? Tabii ki bu güzel sitenin adı, bütün Türkiye'nin bildiği gibi - değil mi Mustafa Bey - acilibirbucuk.com) sitesinden seçip de bize gönderdiği bir sonbahar yazısı, hanidir bekliyordu. İşte:
Parkların yanından geçerken, banklarda oturmuş gazete okuyan, sohbet eden, sigara içen ya da öylece oturup boşluğa bakan insanları görürüm. Nasıl imrenirim onlara. Ben bir işe, bir toplantıya, bir randevuya yetişmek için koştururken onlar, öylece oturmaktadırlar. Sakin, durağan, kaygısız, telaşsız. Sanki o parkın içinde, o bankların üzerinde zaman yavaşlamaktadır.
Nasıl isterim parkın için girip, o banklardan birinin üzerine oturuvermek... Zamanın yavaş aktığı o dünyada biraz vakit geçirmek... Harika bir şey olmalı.
Ama... Yapılacak dünya kadar iş vardır. Sadece hayranlıkla bakmakla yetinir, yoluma devam ederim. Ve hep... Bir gün, bir şekilde bu parklardan birinde, banklardan birine oturup yüzümü ılık sonbahar güneşine vermenin hayalini kurarım.
Nasıl?
Günün koşuşturmacası içinde, bu “iş” için özel zaman ayırmak gerek sanırım. Halı sahada maç yapmak gibi bir şey?.. Üç gün öncesinden, bir hafta öncesinden ajandama yazacağım: “Şu gün, şu saatler arasında Atatürk Parkı’nda bank üzerinde oturulacak.”
O gün, o saatten önce, evden ya da işten çıkacağım... Arabama bineceğim... Gözüm arabanın yakıt göstergesine ilişecek... Benzin almam gerek. Benzinciye gireceğim. Görevli arabaya benzini koyarken, ben para ödemeye gideceğim. Kredi kartı çalışmayacak. Bozulmuş. Manyetik alana maruz kalmış olmalı. Nakit ödemem gerek. Üzerimden o kadar para yok. Benzinciye durumu anlatacağım, iş yerimi vs söyleyip, telefonumu, adresimi vereceğim. Sonra bir ara getirip vermeyi teklif edeceğim. Oradan çıkacağım yola... Yol kapalı. Trafik tıkanmış. Arabadan çıkıp bakacağım, trafik yolu kesmiş. Büyük birisi geçecekmiş büyük arabası ile. Bekleyeceğim. Bize yol hakkı verilecek, büyük birisi geçtikten sonra. Yola devam edeceğim. Işıklarda, cam silen çocuklar arabaya saldıracak, ellerinde on bin tane arabanın camına sürülmüş pis bezlerle... Bu çocukların kimi kimsesi yok mudur, ne yer ne içerler?.. Zaten meşgul olan kafama bir de bu düşünceler üşüşecek. Parktaki bankla olan randevuma geç kalmanın telaşı ile basacağım gaza... Çok geçmeden trafik durduracak... Hız sınırı hikayesi ve ceza!. Neyse... Parkta huzur içinde oturup, kafamı dinleyeceğim ya... Yola devam. İşte park da göründü. Park deyince... Arabayı park edecek bir yer bulmak gerek. Tüm yolların sağ tarafı dolmuş. Yer yok. Parktan epey uzakta bir yer bulup, arabayı park edeceğim... Koşa koşa parka girip, bankıma oturacağım. Diğer banklarda huzur içinde oturanlar benim bu telaşlı halimle irkilecekler... Sonra tekrar kendi boyutlarına dönecekler... Saatime bakacağım... Yolda çok zaman kaybettim. Beş dakika sonra bir toplantım var. Kalkmam gerek.
Tekrar aynı trafik. Tekrar aynı koşturmaca... Bir dahaki sefere daha erken çıkmak gerek.
Ama yok. Hayır. Bana, parkta bir sonbahar günü geçirmek yasak. Bu iş, apayrı bir boyutun, apayrı insanları için. Biz günlük koşuşturmacamıza devam edelim.
Zaten... Bizim hızlı yaşam tempomuz olmasa, onların durağan, sakin, huzur dolu yaşamının farkına nasıl varacağız ki?
İzafiyet Teorisi diye bir şey var...
Değil mi ama.
*
BU DA BİR MEMLEKET NOSTALJİSİ
Toronto’dan Ufuk Cebeci aylarca önce geçti bu e-postayı, kaybetmiştim, buldum. Mevsim kışa dönerken...
Serdar Bey, "Valide’ye de ayıp oldu" yazınızdan sonra, gurbetteki Türkler’in pek değişmediğinin başka bir örneği olarak buradaki Türkler’in maillerinde dolaşan bir gurbet öyküsü gönderiyorum. Yazarını malesef bilmiyorum. Kısa mail yazan okuyucularınızı daha çok sevdiğinizi biliyorum ama, bu seferlik kusuruma bakmayın olur mu?
Estağfurullah. Yazı şöyle:
Toronto’nun kemiklerime işleyen soğuk günlerinden biri. Gökte güneş var ama plastikten sanki, ısıtmıyor. Durakta beş dakika beklemenin beş saat gibi geldiği bir soğuk, yanaklarım al al, burnumu çeksem mi, yoksa elimi cebime atıp bir mendil mi alsam? Eldivenleri çıkar, mendil hangi cepte, ara. Amaan boşver çekiver gitsin yoksa donar az sonra.
Street car dediğimiz tramvay geldi nihayet. Durakta iki kişiyiz ama, önce kimin bineceğinin psikolojik ama kibar bir yarışı var. Kahvesine sevgiliye sarılır gibi sarılmış, biraz sıcaklık arayan insanların arasında ayakta alelade bir yer bulmanın sevinci var içimde.
İki durak ya gittik ya gitmedik, trafik akmaz oldu. İşe yetişme telaşıma bir de “Acaba ne oldu” merakı bulaştı simdi. Yanımdaki insanlar benden daha rahat. Uzun saçlı oturan gencin kulaklığındaki muzik beni bile kıpırdatırken, hayret o dışarıdaki bir noktaya
dalmış, soğuk onu da dondurmuş sanki. Saçının dipleri dikkatimi cekiyor, kırmızı saçlı kız belli kisarışınmış eskiden. Her zamanki yerimi de Uzakdoğulu biri kapmış bugün. Hayatta giyemem o zenci gencin giydiği bol ötesi pantolonu. Acaba bu kalabalıkta kapıya yakınım diye mi sevinsem?
Tramvayin sürücüsü anons ediyor. İleride yol kapalı, 40-50 metre ilerde bizi bekleyen otobüse gitmemiz gerekiyormus. Nedense insanlar daha bir tembel inerken. Gerçekten trafik tıkalı. Yürüdükçe paltomum yakalarına daha bir sıkı sarılıyorum. Hani bu botlara soğuk işlemezdi? Üç ya da dört tramvay daha geçiyorum. Hepsi çoktan boşalmış.
Tramvaylardan inen insanlar aklıma bir sıra yürüyen karıncaları getiriyor. Trafiğin tıkanıklığının sebebi belli, tramvayın birine arkadan bir araba çarpmış. Yürürken dört tramvay geçtiğime ve her dört dakikada bir yeni tramvay sefere çıktığına göre, kaza olalı yaklaşık on altı dakika geçmiş, diyorum içimden. Yine beyhude bir düşünceyle mi yordum kendimi acaba?
Kaza olmuş ama gerekenler yapılıyor. Ambulansın açık arka kapısından ilk müdahalesi yapılan birini fark ediyorum. İtfaiye yoldaki cam kırıklarını temizliyor galiba. Bir iki polis memuru tutanak tutuyor, diğerleri karşı trafiği yönlendirmeye çalışıyor.
Kulağıma tanıdık kelimeler geliyor sanki. Evet evet, Türkçe kelimeler bunlar. Sabah sabah rüyam devam ediyor diye düşünüyorum, bu soğukta kim ağzını açar da iki kelime laf eder ki? Yanılmamışım, kazanın başında sadece iki esmer adam, elleri pantolon ceplerinde, meraklı gözlerle olanları seyrediyor. Yirmili yaşların neresinden çıkaramasam da, yanlarından geçerken daha bir rahat duyduğum dil, kesinlikle Türkçe:
- Oğlum Street car haklı, bak araba arkadan çarpmış.
- Olur mu lan, adam zınk diye durdu! Buzlu havada öyle fren mi yapılır?
Kim haklı, kim haksız, hemşerilerime danıştılar mı bilmem ama benim birden aklıma memleketi özlediğim geldi nedense! Galiba çalıştığım plazanın altındaki yeni seyahat acentasının açılış indirimi var. Türkiye bileti kaç paradır acaba?
(Kanada’da yaşayan bütün sevdiklerime selam olsun!)
*
BİR DE AYKIRI VERGİ HABERİ
Bir de New York’tan faksımız var. Saim Karakaş göndermiş, Saint-Benoît’dan sınıf arkadaşımdır Saim, ABD’de yaşıyormuş. Anladığım kadarıyla işleri vesilesiyle, yahut da ABD’den alıp yurtdışına çıkardığı bir mal sebebiyle, artık ne halse, 125 dolarlık bir vergi iadesi almış. Ama üstünden bir seneyi aşkın bir zaman geçmesine rağmen, çeki tahsil etmeyi unutmuş.
Saim, New York Eyaleti Vergi Kontrol Dairesi’nden gelen resmî yazıyı göndermiş bana.
Resmî yazıda (üstelik mabtu bir yazı, demek ki sadece Saim’e göndermiyorlar, böyle çok yazı gidiyor) denilmiş ki, özetle:
Kayıtlarımıza göre, elinizde, vergi iadesi olarak adınıza düzenlenmiş ... tarihli ... tutarında ... numaralı TAHSİL EDİLMEMİŞ bir çek olduğunu biliyoruz. Çek halen elinizdeyse, lütfen en kısa sürede VERGİ İADENİZİ TAHSİL EDİNİZ, aksi takdirde...
Devlet, vergi iadesini günü geldiği halde tahsil etmemiş vatandaşlarına tek tek mektup yazarak soruyor, “Ne oldu, bir sorun mu var? Çeki kaybettiyseniz lütfen şu adrese başvurunuz.”
Size bir soru, tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan hesabı, ne dersiniz “Devlet devlet olmalı ki vatandaş vatandaşa benzesin” mi demeliyim, yoksa “Vatandaş adam olmalı ki, devlet devlete benzesin” mi?
Tabii bu arada “dolandırıcılıktan” aranan birileri milyarlık Jeep’lerle Boğaz’daki gece kulüplerinde, trilyonluk yatlarla, helikopterlerle Yunan Adaları’nda gezerken, içlerinden bana diyorlar ki...
Horoza sormuşlar, “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” diye. “Polemiğe girmem, düdüklerim abi” demiş.