Yeşil bir yamaca sırtını dayamış, zeytin ve şeftali ağaçları, erguvanlar arasından heybetle dikilen evleri, cumbaları, beyaz duvarları, taş sokakları ve güzel insanlarıyla eski adı “Çirkince”ye hiç de yakışmayan bir görünümü var bu köyün. Köy dediysem söz gelişi elbette; yeni adıyla “Şirince” hafta sonları kalabalık bir pazar yerini andırıyor, hafta içindeyse sessiz ve sakin bir Anadolu kasabasını. Bir süre burada kalmak, sabah horoz sesleriyle uyanıp ev ekmeğiyle otlu peynirden ibaret kahvaltımı eski köy kahvesinin tahta masalarından birinde etmek isterdim. Yanında, içkiye sabah başlamak gibi bir alışkanlığım olmamasına karşın, çay niyetine bir ya da iki kadeh karadut, dağ çileği, kavun, nar, hatta dik yamaçlardan bin bir güçlükle toplanan yaban mersini şarabı yuvarlayabilirdim. Buranın kırmızı, beyaz ya da lal şarapları belki çok iyi değil ama, yumuşak iklimin toprağıyla beslenen, Ege güneşinde ballanan meyvelerden üretilen tatlı şaraplarının lezzetine doyum olmuyor.
KIZLAR, DELİKANLILARA MANDOLİNLE ŞARKI SÖYLERDİEski bir Rum yerleşimi olan Çirkince’nin adı, yöredeki derebeyi tarafından azat edilen reayanın uydurduğu bir söylenceden geliyor. Özgürlüklerine kavuşan köylüler yerleşmek için kendilerine bir yer seçtiklerinde, derebey “Kuracağınız köyün yeri nasıl” diye sorar, onlar da, herhalde başkaları gelip yerleşmesin diye “Çirkince” karşılığını verirler. Oysa buranın havası öylesine serin, toprağı bereketli, dağ yamaçlarından çağlayarak inen suları öylesine dinlendirici ki, “Çirkince” adının gerçekte “Kırkınca”dan türemiş olması bana daha akla yakın gibi geliyor. Zaten doğma büyüme buralı Dido Sotiriu da, bir zamanlar heyecanla okuduğum, bir kitabımda (Balkanlar’a Dönüş) uzun uzadıya söz ettiğim, Türkçeye “Benden Selam Söyle Anadolu”ya adıyla çevrilen ünlü romanı Kanlı Topraklar’da, bir
zamanlar 800 haneden oluşan, çalışkan halkının mutlu yaşadığı, komşu Türk köyleriyle can ciğer kuzu sarması geçindiği, akşam zeytinden dönen delikanlılarla kızların mandolin eşliğinde şarkılar söyledikleri bir “cennet” olarak betimliyor Çirkince’yi. Öyle bir yer ki, savaş nedeniyle yok olan bir dünyanın, geri dönmesi mümkün olmayan bir “yitik cennet”in tüm özelliklerini taşıyor:
“Şu yeryüzünde cennet diye bir şey varsa, bizim Kırkınca o cennetin bir parçası olsa gerekti. (...) Kendi arazisinin efendisiydi her köylü. İki katlı bir evi vardı herkesin. Ayrıca ceviz, badem, elma, armut, kiraz ağaçlarıyla ve sebze bahçeleriyle çevrili, yazlık bir evi vardı. Ve hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayı ihmal etmezdi. Ve dört bir yandan fışkıran akarsuların ne kış, ne yaz kesilmezdi türküsü. (...) Yavaş ama sağlam bir gelir kaynağıydı zeytinyağı. Ama incir... köylünün kemerini altınla dolduran incir. Sadece Aydın ilinde değil, bütün Doğu’da, Avrupa ve Amerika’da bile ün salmış incirlerimiz. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi; Anadolu’nun o canım güneşiyle ballanmıştılar.”
Bu satırları yazan Sotiriu, Anadolu Rum halkının, papazların vaazlarında dile gelen Yunanistan’la birleşme özlemini eleştirmekten de geri kalmaz. Ne var ki, mübadeleden ya da daha insancıl bir deyimle söylemem gerekirse “Büyük Ayrılık”tan sonra bu canım köyden göçenlerin yerine yerleştirilenler, Selanik ve Girit’ten gelen Müslümanlar, değerini bilmediklerinden değil zeytin ve incir üretimine yabancı olduklarından, kısa sürede cehenneme çevirirler Çirkince’yi. Evler ahıra dönüştürülür, sokaklarda donsuz ve cılız çocuklar oynamaya başlar, okul öğretmensiz tarlalar türküsüz kalır. Ayrık otları kaplar her yanı, bakımsızlıktan meyve ağaçları çürür. Geceleyin el ayak çekilir ortalıktan. Ama köyün yeni sahipleri yetkililere başvurup Çirkince’nin adını Şirince olarak değiştirtirler.
SABAHATTİN ALİ, 30 YIL SONRA GÖZLERİNE İNANAMADIBunları ben söylemiyorum, 1947 yılında yolu buraya düşen Sabahattin Ali yazıyor. Ve o da, Dido Sotiriu gibi, köyün mübadeleden önceki görünümünü gerçek bir cennet olarak betimledikten sonra, yaraya parmak basma cesaretini gösteriyor:
“Burası benim 30 sene önce gördüğüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiğim yer değildi. Şu sağ tarafımda kapısız, penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önümdeki ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil, dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı.
Köyü baştan başa dolaştım. Bu 800 yüz evli küçük kasabada, şimdi belki 50 aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı. Ortalıkta insan görünmüyordu. Belki 20 seneden beri el sürülmemiş gübre ve süprüntü ile kaldırımları görünmez hale gelen sokaklarda, bazen gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları, ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı. Sekiz, 10 odalı koskoca evlerin sahipleri bile, pencerelerine tahta çiviledikleri bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı.”
Bu satırları okurken Seferis’in “Ardıç Kuşu” adlı şiirini anımsadım. Urlalı şair, Nobel ödüllü hemşehrimiz, savaş ve mübadele döneminde yaşanılan acıları evlere de atfederek şöyle dile getiriyordu: “Ben pek anlamam evlerden / Bilirim ki onlar da kendilerince yaşar.” Ve yıllar sonra diplomat olarak İzmir’e döndüğünde, çocukluğunun geçtiği eve olan bağlılığının, yaşamı boyunca peşini bırakmayan yakıcı bir aidiyet duygusunun farkına varıyordu: “Fenere yaklaştığımda, birden arkamı marazlı hayvanlar gibi bana bakan evlere döndüm. Onlarda hâlâ sönmeyen hayat belirtileri doğrudan doğruya bana bağlıydı sanki.”
ESKİ YAPILAR ONARILDI, KAFE ŞARAPEVİ VE PANSİYONA DÖNÜŞTÜ
Bir zamanlar virane olan Şirince evlerinin çoğu bugün onarılmış, yenilenip pansiyon ya da lokantaya dönüştürülmüş. Altlarında turistlerin alışveriş ettikleri şarap evleri açılmış. Ne var ki yıkılmak üzere olan, pencerelerine perde yerine çuval asılı evler de var. Korunmaları gereken bu eski Rum evlerinin yanı sıra köye yukardan bakan, 19’uncu yüzyıldan kalma Vaftizci Yahya Kilisesi’nin de tuhaf bir konumda olduğunu söylemeliyim. Turizm Bakanlığı’nın katkısıyla yürütülen onarım ve yenileme çalışmaları bu tarihsel yapının avlusunda bir kahvenin, daha doğrusu eski köy kahveleriyle ilgisi olmayan, daha çok hamburger ve cips satan bir “cafe-restaurant”ın açılmasını engelleyememiş. Parçalanıp dökülen duvar fresklerinin üzerine kalp resimleriyle sevgili isimlerinin kazınmasını engelleyemediği gibi. İsa tapınaktan bezirganları kovmuştu, onun havarisi Aziz Paulus’un buralarda Hıristiyanlığı yaymaya başladığından beri çok şey değişmiş. Şirince de nasibini almış bu değişmeden. Köy merkezinin Mahmutpaşa’dan pek farkı kalmamış. Adım başına dükkânlar, büfeler, yerli yersiz bir sürü öteberiyi sergileyen tezgâhlar açılmış. Sabun, zeytinyağı, incik boncuk dolu her yer, şarapçılar da şişeleri dizmişler ama, manzaraya kebap ve gözleme kültürü hâkim görünüyor. Şirince, eskinin olağanüstü günlerine dönmeye hazırlanırken, kitle turizmine kurban gitmiş. Hafta sonları köye bir saatliğine uğrayan otobüslerden inen gürültücü bir kalabalık dolduruyor sokakları, şarap evlerinde pazarlık, piknik yerlerinde mangal partileri yapılıyor.
HIZLI VE PLANSIZ DEĞİŞİME KARŞIN GÜZELLİĞİNİ KORUYORSelçuk’a girmeden, tepeye çöreklenmiş eski kaleyi arkamızda bırakıp sola saptığımızda bu yoldan Sabahattin Ali’nin, çok değil 50 yıl önce atla geçtiğini düşünüyordum. Birinci Dünya Savaşı yıllarında çocukken Çirkince’de bir süre kalan yazar, anılarındaki cenneti bulamayınca hayal kırıklığına uğramış, kendi deyimiyle “Gâvurda keramet Müslüman’da kabahat” aramaktansa toprak ağalarıyla beyleri suçlamayı yeğlemişti. Ona bakılırsa eski “Çirkince”yi milletle alay edercesine “Şirince” yapanlar, sahipli ülkemizi de sahipsiz kılarak yöreyi talan etmişler, kazandıklarını alıp götürmüşlerdi. İş bilmez göçmenlere kalmıştı güzelim köy. Şimdi durum öyle değildi neyse ki, ama yine bir kazanç hırsı, çevre bilinci yerine köşeyi dönme söz konusuydu.
Sabahattin Ali en verimli çağında, bu yolculuktan bir yıl kadar sonra Bulgaristan sınırında bir istihbarat ajanı tarafından kafasına sopayla vurularak öldürüldüğünde 50’sinde bile değildi. Ülkemiz sözünü sakınmayan, inancı uğruna her türlü tehlikeyi göze alabilen en değerli yazarlarından birini kaybetmiş oldu böylece. Onun eşsiz gözlem gücünden kaynaklanan alaycı ve sert üslubuyla Şirince üzerine yazdıkları, bana sorarsanız bugün de geçerli. Ama erken öten horozun başını keserlermiş. Aradan geçen zaman Şirince’yi çirkinleştirmemize yetmemiş. Bu işi kısa zamanda başarmak için kültür varlıklarımızı çoğu yerde yaptığımız gibi esnaf zihniyetiyle ele almaya devam ediyoruz. Kıyılarımıza beton döküp el değmemiş koylarımızı da talan ederek bu konuda epey yol aldığımızı düşünüyorum. Yine de güzel burası, havası, suyu, zeytin ve bağlarıyla, set set yükselen terasları ve eski evleriyle gerçekten görmeye değer bir yer. Umarım Anıtlar Kurulu duruma el koyup köyün mimari envanterini çıkarır da, Şirince mübadeleden önceki günlerine döner.