Güncelleme Tarihi:
Berlin beni bu kez “soğuk” karşıladı. Hem de buz gibi. Baharın başında, soğuk yağmurlarla ıslattı, Prusya’nın ünlü ayazı ile üşüttü, hatta nisan ortasında üfüre üfüre yağan karla dondurdu. Aslında, Berlin’in havasının sürprizlerle dolu olduğunu bildiğim halde, nedense bu soğuk karşılama şaşırttı beni. Nisan ayındaki, koyu mavi, beyaz bulutlu, güneşli havanın, bir süre sonra, önünde gri bulutlarla kuzeyden kopup gelecek olan kuvvetli rüzgarla, kararıp, solacağını çok iyi biliyordum. Çünkü bu Berlin’e ilk gelişim değildi.
Önceki gelişlerimi anlatmadan önce, kentin bir tanımını yapmakta yarar görüyorum. Önce yazar Nedim Gürsel’in “Bir Avuç Dünya” da yazdığı tanımlama ile işe başlayalım: “Berlin, sayısız gece kulüplerinde, loş barlarda bölünmüş cinselliklerini özgürce yaşayan, yaşayabilen insanların kenti...”
Eğer Berlin’i bu alıntıyla tanımlarsam, bu kente büyük haksızlık etmiş olurum. Çünkü Berlin denince benim aklıma önce seks üşüşmez. Geceler de, barlar da, müzik de, alkol de çok sonradan gelir aklıma. Eğer geceleri seksin peşine takılmazsanız, zaten tüm bunlarla tanışmazsınız bile. Berlin’e “seks dolu” kent derseniz, Amsterdam’a, Paris’e, Londra’ya, Rio’ya, Moskova’ya, Uzak Doğu’nun bir çok kentine ne demek gerekir?
Ama “Berlin bir şıpsevdidir” derseniz ona katılabilirim. Çünkü Berlin’de sabır yoktur, her şey sürekli değişir. Hâlâ da değişmektedir. Benim için en uygunu Cenab Şahabeddin’in şu tanımlaması olurdu sanırım: “Berlin bir tarih değil, bir şiir de değil, ama bir gazete, süslü, güzel bir gazete. Görüntüsü beyninizi sanki gazetenin sınırı ile hapsediyor. Ne bir anı ile geçmişe çekiyor, ne bir hayal içinde geleceğin ufuklarına götürüyor. Burada hemen hemen anısız ve hayalsiz, yalnızca bir gözlem dairesinin ortasında kalıyorsunuz...”
DUVARDAN ÖNCE VE SONRA
Berlin’e bu kez, biriken uçak bileti puanlarımı eritmek için gittim. Bu kentte, duvardan önce de sonra da birkaç kez bulunmuştum aslında. Berlin’in benim özel tarihimde ayrı bir yeri vardır. Yaşamımın ikinci dış gezisini buraya (ilki Amsterdam’a) yapmıştım. O zaman Berlin iki taneydi ve batısına işgal devletlerinden başkasının uçağı inemiyordu. Onun için THY, Doğudaki Tegel Havaalanı’na inmiş, oradan Doğu Berlin’in sessiz ve insansız sokaklarından geçip, kendimi birden Batı’nın kalabalık caddelerinde bulmuştum.
Kreuzberg’teki bir öğrenci yurdunda kalmıştım. Yurt, yaz aylarında otele dönüştürülüyor, benim gibi “çulsuz” gezginleri ağırlıyordu. Bu yurdu seçmemin nedeni ucuzluğu değildi aslında. O zamanlar ürkek bir gezgindim. Almanya’nın dilini bilmiyordum (hâlâ bilmiyorum). Başıma bir şey gelmesinden korkuyordum. Onun için Kreuzberg’e sığınmıştım. Burası dumanlı kahveleri, çay bardaklarında çınlayan kaşık sesleri, tavlada yuvarlanan zarların tıkırtısı, başörtülü kadınları, bıyıklı erkekleri, manavları, bakkalları, kasapları ile küçük bir Türkiye idi. Bu semtte kendimi emniyette hissediyordum.
Akşam karanlık olmadan soluğu yurtta alıyordum. Duvar, binanın tam önünden geçiyordu. Kaldığım odanın penceresinden her gece merakla Doğu’yu seyrediyordum. Işıklar soluk, sokaklar ıssız, arabalar gösterişsiz, insanlar ürkek görünüyordu. Birkaç metre ötede yaşamın, sistemin, dünyanın böylesine değişmesi beni müthiş şaşırtıyordu. Onun için odanın penceresinden diğer dünyayı seyretmek hoşuma gidiyordu. Bu yüzden ilk gidişimde Berlin’in geceleriyle tanışamadım.
ŞANTİYE KENT
Son gidişimde duvar artık çizgi olmuştu. Kendisi yoktu ama izi vardı. Bazı yerlerde duvardan parçalar bırakılmıştı. Turistler bu parçaların önünde poz veriyordu. Doğu Alman askeri giysilerine bürünmüş bazı girişimciler de, pasaportlara “orijinal” Doğu Almanya damgası vurup, geçmişi paraya çeviriyordu.
Her gelişimde kenti biraz daha değişmiş buluyordum. Berlin durmadan genişliyor, büyüyor, yenileniyordu. Doğuyla kucaklaşalı onca yıl geçmesine rağmen inşaatlar bitmek bilmiyordu.
Her seferinde Berlin’i biraz daha sevdiğimi hissediyordum. Hele sabah yürüyüşlerini yaptığım Unter den Linden (Ihlamurlar Altı) caddesindeki yalnızlığımda, bu sevgi daha da derinleşiyordu nedense. Belki de bu caddenin, Berlin’i anlatan her metinde karşıma çıkması veya ıhlamurların huzur veren kokusu bu sevgiyi körüklüyordu.
Berlin’i tanımak için sokak sokak her köşeyi gezmeye gerek yok. Bütün büyük kentlerde olduğu gibi, merkezden uzaklaştıkça görüntüler monotonlaşıyor. Evler, sokaklar, küçük dükkanlar, iş yerleri ve evlerine bir an önce varmak için sabırsız adımlarla yürüyenler... Hiçbir özelliği olmayan, hiçbir şey çağrıştırmayan görüntüler bunlar. Onun için büyük kentlerin çoğunda, merkezde dolaşmayı tercih ediyorum genellikle.
GEÇMİŞ SİLİNİYOR
Berlin’de geçmişi anımsatan pek bir şey kalmamış, çoğu silinmiş, kalanlar da unutulmaya çalışılmış. Yani kent belleğini kaybetmeye başlamış. Bombardımandan bu yana işlemeyen saati ve uçmuş çatısıyla, kentin ortasında bir hayalet gibi duran Kaiser Wilhelm Anı Kilisesi bile, onarım gerekçesiyle camların arkasına gizlenmiş. Şık mağazaların sıralandığı, her türden insana rastlayacağınız Friedrich Caddesi, rejimin değişmesine neden olan kitle hareketlerinin başlangıç yeri Alexander Alanı, yaşamın başlayıp, bittiği yer olan Rathenau Alanı, Tiergarten bahçesi, Branderburg kapısı, geçmişten kalan bütün izlerin silindiği Postdam Alanı, yorgunluğumu atmak için oturduğum Wiener Cafe, 90 çeşit şampanya sunulan Ritz Carlton otelinin barı, Check Point Charlie, Duvar Müzesi... Son kısa ziyaretimde zaman öldürdüğüm yerlerdi buralar. 170 müze ve koleksiyonun, 270 tane kütüphanenin, bir o kadar tiyatronun, lezzetli yemekler sunan restoranların bulunduğu kentte, kendimi arpa ambarına düşmüş aç bir fareye benzetiyordum hep. Nerede neyi göreceğime, nerede neyi yiyeceğime bir türlü karar veremiyordum.
1237 yılında, bir Slav balıkçı köyü olan ve “bataklık” anlamına gelen Berlin, artık büyük, güzel, kültürlü, neşeli ve genç bir kent olmuştu. Ben onu gönlümde Avrupa’nın Başkenti seçtim. Bir sonraki gidişimde kenti daha da güzelleşmiş bulacağıma inanıyorum.
TÜRK YAZARLARIN ÖYKÜ, ROMAN DENEMELERİNE KONU OLMUŞTU
Berlin’den ilk kez, 1764 yılında Ahmet Resmi Efendi “Sefaretname” adlı eserinde bahsetmişti. Bundan 80 yıl sonra ise Mustafa Sami Efendi, “Avrupa Risaleleri’nde” söz eder. Daha sonra Sadullah Paşa, 1879 yılında Refet Bey’e yazdığı mektuplarda Berlin’le ilgili gözlemlerini anlatır. Berlin, Ahmet Mithat Efendi’nin “Avrupada Bir Cevalan” adlı eserinde geniş yer tutar. Bu kente eserlerinde en fazla yer ayıran gezginlerden biri de Ahmet İhsan’dır. Fağfurizade Hüseyin Nesimi’nin “Seyahat”inde de Berlin uzun uzun anlatılır. Şerafeddin Mağmumi de Berlin’le ilgili anılarında, diğer gezginlerle hemen hemen aynı izlenimleri aktarır. Mehmet Enisi’nin 1914 tarihli mektup-seyahat türü bir eser sayılabilecek “Alman Ruhu” adlı kitabında, Berlin bütün yönleriyle ele alınır.
Celal Nuri “Şimal Hatıraları”nda, kentle ilgili gözlemlere yer verir. Mehmet Akif “Berlin Hatıratları”nda, Berlin’i oluşturan unsurları ayrı ayrı ele alır. Cenap Şehabettin ise “Avrupa Mektupları”nda kentle ilgili çok ayrıntılı bilgiler verir.
Çağdaş yazarlara gelince; Bunların başında “Çıplak Berlin” adlı kitabında kenti roman kahramanı yapan Nedim Gürsel gelir. Diğerlerini de şöyle sıralayabilirim: Enis Batur, Ece Ayhan, Özkan Mert, Demir Özlü, Aras Ören, Firuzan, Oya Baydar, Tomris Uyar, Günay Dal, Uğur Kökten. Tüm bu yazarlar, kendi öznel bakışları ve içinde yaşadıkları dönemin anlayışıyla sorgularlar Berlin’i.
BERLİN’E GİTMEK İÇİN 6 NEDEN
SANAT: Berlin bir müzeler kenti. Yaklaşık 170 müzede, dünyanın dört bir yanından getirilen objeler sergileniyor. Bu sergilerden en önemlisi de Bergama Müzesi. Burada, Türkiye’den getirilen Bergama Sunağı’nın karşısından ayrılamayacağınızdan emin olabilirsiniz. Ayrıca onlarca sanat galerisinde de dünya sanatından kıymetli örnekler izleme fırsatını bulabilirsiniz. Şehrin sanat yaşamı nisan ve mayısta iki önemli etkinlikle, Tiyatro Festivali ve Berlin Bienali’yle hareketlenecek. 25-28 Mayıs’ta Almanya’nın en büyük sokak şölenlerinden Kültür Karnavalı düzenlenecek.
GEZİLECEK YERLER: Berlin’in modern yüzünü yansıtan Kurfürstendamm Caddesi, İkinci Dünya Savaşı’nda bombalara hedef olan, kentin simgesi Kaiser Wilhelm Anıt Kilisesi, 1841 yılında kurulan, Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçesi, dev cam kubbesi ile halkından hiç bir şeyi saklamadığını simgeleyen Alman Hükümet Merkezi Reichstag, ülkenin ve kentin bölünmüşlüğünü simgeleyen Potsdamer Meydanı, kentin en büyük caddesi Unter den Linden, Berlin’in diğer bir simgesi Branderburger Kapısı, Prusya dönemi Barok ve Rokoko tarzlarının en güzel örneklerinden biri olan Schloss Charlottenburg, bir zamanlar Doğu ile Batı arasındaki kapı Checkpoint Charlie.
MÜZİK: Berlin denince akla hemen Berlin Flarmoni Orkestrası ve bu orkestranın konser verdiği ünlü Philharmonie salonu gelir. Ayrıca opera severler için Deutsche Oper’de heyecan verici programları bulmak mümkündür. Dünyanın ünlü Rock gruplarının konserlerine de sıklıkla rastlanır. Berlin’de cazın ayrı bir yeri vardır. Kasım aylarında düzenlenen Jazzfest Berlin’e ünlü müzisyenler katılır.
GECE HAYATI: Berlin’de gelenekselden sıradışına kadar bir çok gece kulübü ve diskotek bulmak mümkündür. Özellikle hafta sonları çılgın partilere ve dans gösterilerine katılabilirsiniz. Kentin gece hayatında travesti gösterileri oldukça ilgi toplar. Bu gösterilerin yapıldığı gece kulüplerinin önünde uzun kuyruklar oluşur.
ALIŞVERİŞ: Berlin’de alışverişin kalbi Kurfürstendamm ve çevresinde atar. Burada bütün ünlü markaların satıldığı butikleri bulmanız mümkündür. Dükkanların çoğu hafta arasında saat 20.00’de kapanır. Cumartesi günleri ise bir çok mağaza sadece saat 09.00-18.00 arasında hizmet verir. Pazar günleri ise hemen tüm alışveriş merkezleri ve dükkanlar kapalıdır.
YEMEK VE İÇMEK: Restoran konusunda Berlin ziyaretçilerine oldukça geniş bir yelpaze sunar. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın bir çok mutfağını burada bulmak mümkündür. Şık restoranların yanısıra bistro ve kafelerde de uygun fiyata lezzetli yemekler yiyebilirsiniz. Ayrıca Berlin’de kahveler de çok önemlidir. Bir fincan kahve içip, uzun süre oturabilirsiniz. Berlin’in barları da oldukça meşhurdur. Aynı zamanda yemek de servis eden bu barlarda hafta sonları yer bulmak oldukça zordur.
KENTİN LEZZET DURAKLARI
KaDeWe: Burası kelimenin tam anlamıyla bir lezzet tapınağı. Wittenbergplatz’ın sonundaki alışveriş merkezinin altıncı katı yemek severlerin girip de çıkamayacakları bir mekan. Burada satılan her şey yemekle ilgili. Mutfak eşyaları, el yapımı çikolatalar, pastalar, dünyanın dört bir yanından gelen çaylar ve kahveler, yüzlerce çeşit şarküteri, 500 çeşit ekmek, 1500 çeşit peynir, soslar, baharatlar, tezgahları ağız sulandıran kasaplar, dünyanın tüm denizlerinden gelen balıklar ve aklınıza gelen tüm gıda maddeleri. Tüm bu yiyeceklerin arasında yer alan küçük lokantalarda çok lezzetli yemekleri yemek mümkün. (www.kadewe.de)
Luther and Wegner: 1811’de kurulan bu restoran Berlin’in en önemli lezzet duraklarından biri. Restoranın en önemli yemeklerinden biri, Viyana usulü şinitzel. Bu lezzetli et yanında sıcak patates salatası ile servis ediliyor. (Adres: Charlotten Str. 56)
Orhan: 30 yıl önce Almanya’ya gelen Adnan Oral’ın, 2003’te açtığı Adnan Restoran şu anda Berlin’in en gözde İtalyan lokantası. Ünlülerin uğrak yeri olan Adnan’ın incecik, çıtır çıtır pizzası ile geleneksel usulle pişirilen makarnaları çok lezzetli. Tiramisu tatlısı mutlaka yenmeli. Ayakta beklememek için rezervasyon yaptırmakta fayda var. (Adres: Schlüter Str. 33)
Aigner: Kolalı beyaz keten örtüleri, tonet iskemleleri, duvarları kaplayan raflardaki kıymetli şaraplarla üst düzey bir restoran. Restoranın sahibi olan Herbert Beltle, ödüllü aşçı. Mönü Avusturya ve Güney Almanya ağırlıklı. En önemli yemeği Tafelspitz. Apple Strudel tatlısı mutlaka yenmeli. Başlangıç olarak size balkabağı, zencefil ve portakal suyuyla yapılan çorbayı öneririm. (Adres: Französishe Str. 25)
Newton: Berlin’in en gözde barlarından. İsim babası ünlü çıplak kadın fotoğrafçısı Helmut Newton. Barın bütün duvarları onun fotoğraflarıyla kaplı. Fotoğraflardaki kadınların üstünde yüksek topuklu ayakabıdan başka bir şey yok. Zengin bir kokteyl listesi ile malt viski mönüsü var. Özellikle hafta sonlarında tıklım tıklım oluyor. (Adres: Charlotten Str. 57)
Theodor Tucher: Brandenburg Kapısı’nın hemen yanı başındaki restoranın entelektüel bir havası var. Asma kat bir kütüphaneye dönüştürülmüş. Rahat koltuklarda oturup kahvenizi yudumlarken kitap veya gazete okuyabilirsiniz. Mönüde modern Alman mutfağından ilginç örnekler yer alıyor. En önemli yemeği körili sosis. 300 çeşitten oluşan zengin bir şarap mönüsü var. (Adres: Pariser Platz 6a)
Augustiner: 1328’de Münih’te kurulan Almanya’nın en eski birahanesinin şubesi. Özel birasıyla ünlü. Biranın yanında sosis ve sıcak beyaz lahana salatasını öneriyorum. (Adres: Charlotten Str. 33)
Fassbender And Rausch: 1863 yılında kurulan bu mekan için çikolata sevenlerin tapınağı demek yanlış olmaz. Alt kattaki mağazada kakao ile yapılan her şeyi bulabilirsiniz. Çikolatalar dünyanın en uzak köşelerinde üretilen kakaodan yapılıyor. Üst kattaki pastanede sıcak çikolata içmenizi öneririm.
(Adres: Charlotten Str. 60)