Sinirimin kaynağı Gürcü geni

Güncelleme Tarihi:

Sinirimin kaynağı Gürcü geni
Oluşturulma Tarihi: Haziran 01, 2002 21:07

Perihan Mağden'in ‘‘İki Genç Kızın Romanı’’nı okurken ergenlik çağımda okuduğum Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş'unu hatırladım. Mağden de aynı ölçüde yormuş, içimi matkapla oymuştu ve nefretiyle bütün enerjimi almıştı işte.

İki Genç Kızın Romanı bittiğinde çok yorulmuştum, uyuyakalmışım. Kitap üzerine röportaj yaparken kitabıyla eş, hatta daha da çok öfkeliydi Mağden. Bitmek bilmeyen bir enerjiyle nefret ediyordu; markalardan, küçük burjuvalardan, yüreğinin götürdüğü yere gitçilerden, lay lay lomculardan. Markacılara inat, pembe pöti kare gömleğini gösterdi;‘‘Migros'tan aldım’’ diye. Kitabı uğruna köşe yazarlığından istifa edip maaşsız kalmasının hiç önemi yoktu. Parasını ‘‘barlarda meyhanelerde’’ harcamıyordu. Tutumluydu, israf düşmanıydı, dolmuşa biniyor, çarşı pazara çıkıyordu. İş hayatının ilk gününden beri gayet güzel para biriktiriyordu. Öfkesini de böyle damlaya damlaya mı biriktirdi? Baktım da bu soruyu sormamışım. Ama onu tanımayanların ve okumayanların da hakkında fikir sahibi olacağı kadar kendini anlatmış zaten... Benim fikrimi sorarsanız, o bir deniz kestanesi!

Başkalarından daha sinirli olduğumu biliyorum. Gözüm kararıyor ve çok kötü konuşuyorum. Kaynağını çok düşündüm, Gürcü olmak. Gerçekten Gürcüler'in sinirleri çok bozuk. Genetik bir şey var.

Birtakım insanlara sevimsiz geliyorum. Onlar da bana o kadar iğrenç geliyor ki ödeşiyoruz.

Her sabah kalkıp kendime sahtekarca umut pompalamıyorum. Yüreğinin götürdüğü yere git, cart curt. Kendime yediremem.


İki Genç Kızın Romanı içimi oydu.İnsanları acıtmak mı istediniz?

- Evet, tamamen. İnsanları üzmek istedim. Ama iş çığırından çıktı. Karakterler kendi hayatlarını, bağımsızlıklarını yaşamaya başladılar. Bu kadar da şiddetli bir şey olacağını ummuyordum. Planlamamıştım. Kitabı yazmak için oturuyordum, gözyaşları içinde kalkıyordum. Türkiye'nin, İstanbul'un alt orta sınıfını gündelik hayatın şiddetine dair üzmek istedim. Çok ağır şeyler yaşamaya namzetiz. Bu kadar sıkıştırılmış, bu kadar acıklı, mutsuz toplum beni çok üzüyor. Bunu vermek istedim.

Kitaptan mensubu olduğunuz orta sınıfa müthiş tepkili, nefret dolu olduğunuz anlaşılıyor?

-Nefret ediyorum, iğreniyorum. Markaları, değerleri Türkler durduk yerde kuşanmadı ki. Kanaat önderleri var, fikir babaları, anneleri var. Bunlar marka salağı. Bir de köşelerinde överek, iftiharla ben ulaştım yavrum, hadi bakalım sen de çalış, senin de olur. Deliriyorum yahu! Adamın çocuğunu hastaneye götürecek parası yok. Bu adamın hayatında keyif, mutluluk nasıl olacak? Kitapta markaları cesetlerin üzerine iğrenerek koydum. İğreniyorum bu Türkler'in marka merakından, zibidilikleri olan kof payelerden tiksiniyorum. Belki gecekondu kızı olsaydım, ömrüm burjuvalara özenmekle geçecekti. İnsanın çıktığı sınıfa nefret duyması çok normal değil mi?

Romanınızda da Radikal'deki köşenizde de orta sınıfı çok aşağılayan, çok yukarıda duran haliniz var. Robert Kolejliliğinizden mi, aristokratlığınızdan mı?

- Türkiye'de gerçekten yoksul ve ezilen bir sınıf var. Bu kesimin ezilmesinden sorumlu olanlara karşı ciddi nefret duyuyorum. Şehirli Türkler, hükümetleri ve milletvekilliklerini taşralılara bırakıyorlar. Televizyonda seyrettiklerimizi, giyeceklerimizi, yiyeceklerimizi, herşeyi onlar belirliyor. Ama aristokrat bir sosyete havam varsa bilemem.

Popüler kültürü de kitabınızda eleştiriyor, küçümsüyorsunuz ama köşe yazılarınızda bu kültürden beslendiğiniz açıkça görülüyor?

- Hem küçümsüyorum hem beğeniyorum. Popüler kültürü büyük bir iştahla izliyorum. Benim için çok önemli şifre bu. Başka ne yapacağım ki. Benim için kocaman bir anahtar deliği televizyon. 11 yaşımdan beri artist ve şarkıcıları izliyorum. Hakikaten tek şeyim televizyon ve bakmak.

Şiddetinizin bu kadar şiddetli olmasının sebebi nedir?

- Daha önce mırıl mırıl iki kitap yazdım diye kimse bana mırıl mırılsın demedi. Soruldukça bir şeyler buluyorum şiddete dair ama Bakırköy'e yatması gereken biri değilim. Ama gerçekten aşırı sinirlenme kapasitem var. Gözüm kararıyor. Bu kadar apolitik olmamızı içime sindiremiyorum. Yedik 12 Eylül'ü. Ama artık bir yerimizden çıkaralım. Kitaptaki iki kız o kadar geleceksiz ki. Boğaziçi Tarih'i bitirip nerede iş bulacaksın? Egemen sınıf tarafından sağıla sağıla hiçbir şeyi kalmamış bir ülkeye bu kadar çocuk getirmişsin. Bunların önünde hiçbir şey yok. Tikleyen bir bomba gibi olduğunu düşünüyorum.

Kitapta, köşenizde savaş çığlıkları atıyorsunuz. Tespit ettiğiniz bunca kötü gerçeğe karşı enerjinizi nereden alıyorsunuz?

- Kendimi çok az döküp saçıyorum. Çok az insanla görüşüyorum. Çok normal gündelik hayat, keşiş hayatı sürdürüyorum. Rakı sofralarında tartışan, günde 50 kişiyle konuşan biri değilim. Çok temiz, çok korunaklı yaşıyorum. O kadar az konuşuyorum ki. Alışık olmadığım insanlarla görüşmekten çok rahatsız oluyorum. Hayran ilişkisi de çok tehlikeli. Bumerang gibi. Her an nefrete dönüşebilir. Benimle ilgili ne düşündüklerini öğrenmek istemiyorum. Hayran ilişkisi yönlendirir, budar, ehlileştirir, reaktifleştirir. Belki kudurup terslik olsun diye gideceğim.

Sizi kimler seviyor, kimler sevmiyor?

- Türkler'de kontrol ötesi bir haset ve kıskançlık duygusu hakim. Meyhaneleri dolaşıp sorsanız, benden nefret ediyorlar. Sol entelejansiya denebilecek birtakım insanları deli ediyorum. Şımarık olduğumu, yerimi hak etmediğimi düşünüyorlar. Çünkü o yerde mutlaka kendini görmek istiyor. Senin köşen onun pahasına açılmış. Üç beş kişilik arkadaş grubum da olsun yani.

Siz kimleri seviyorsunuz?

- Mesela bir köylünün mandalina uzatışı, arabanın lastiğini değiştirmek için koşuşu. Sokaktaki, köydeki adamı, Türkler'i ve Kürtler'i acayip seviyorum. Ben birini sevince bir günah gibi saklamak zorunda mıyım? Soruyorlar, Ajda Pekkan'ı nasıl seversiniz? Severim severim. Türkan Şoray'a tapıyorum.

Hak ettiğiniz sevgiyi görmediğinizi düşünüyor musunuz?

- Yoo, hiç öyle düşünmüyorum. Aksine, yazdığım küçük gazetede-hani büyük gazetede yazanlar o küçük gazetede diyorlar ya- en çok sevilen yazardım. Annemden o kadar çok sevgi gördüm ki. Tek çocuk olunca dünya senin üzerine kuruluyor. Bende doygunluk yaratmış. Çok fazla sevgi görünce ayarım bozuluyor. Seviliyor muyum, sevimli miyim gibi şeylerim yok bu yüzden.

Kitabınızı sevdiniz mi?

- İyi bir kitap olduğunu düşünüyorum ama sevimli bir kitap değil. Ay alayım da kucağımda sallayayım değil.

Bundan sonra kendinizi edebiyatçı olarak mı köşe yazarı mı olarak niteleyeceksiniz?

- Ne bileyim ben? Üç romanı olan köşe yazarı da olabilirim, köşe yazarlığı yapmış romancı da olabilirim. Ahmet Altan'ın hatırı sayılır köşe yazarlığı var ama romanları çok başarılı olduğu için romancılığı aklımıza geliyor. 10 yılın sonunda hangisinde muvaffak olursan insanların aklına ilk o gelir. Yazarım yani. Roman da yazarım, köşe de. Romanı da durdum durdum icat ettim değil. Zaten iki roman yazmıştım. Evimde otururken tesadüf neticesi Fahrettin Aslan tarafından keşfedilip sahneye çıkmadım ki.

Röportajlarınızda kitabı yazma sürecinden o kadar çok şikayet ettiniz ki insan amma da ağlıyor ha, diyor?

- Kitap bittikten iki hafta sonra tabii ki şikayet edeceğim. Nasıl ağlamayayım? İnsaf yani. İnsanın sinirleri tel tel olsun yani. Ne var ki?

Radikal'deki röportajınız, ‘‘Beklenen roman’’ başlığıyla yayımlandı. Yaşar Kemal değilsiniz ki. Kimler bekliyordu romanınızı?

- Takdir edersiniz ki ben kendimle ilgili böyle bir tasvir yapmam, yapmak da hiç istemem.

OKUNMAK İÇİN OYUNUN KURALLARI OYNANMAK ZORUNDA

Ben hiç tercih etmezdim. Artık pop müzik kaseti pazarlamakla aynı şekilde. Aynı taktikler, aynı medyaya adanmalar, aynı kampanyalar. Kitabının okunmasını kim istemez? Kim çekmecede kalsın ister? Okunması için oyunun kurallarını oynamak zorunda kaldık.

Annesinden nefret etmeyen kız zavallı bir ruh olarak kalır

Annesinden nefret etmeyen genç kızların olgunluk sınavını veremeyeceğini söylüyorsunuz. Gerçekten de olmazsa olmaz kıstas mı?

- Büyümek için bu sınavı geçmelisin. Bu sınavı veremeyenler hayat boyu zavallı bir ruh olarak kalıyor. Böyle bir sorunu yokmuş gibi yaşamayan, yadsıyanlar var. Nefret aşırıysa bundan hayat boyu sakat kalanlar da var. Seri katil, sosyopat oluyor. Ama olmazsa olmaz bir şey anne nefreti. Hem kendi deneyimimden hem psikoloji okumamdan hem de Freud'culuğum yüzünden olabilir ama ben böyle düşünüyorum. Postmodern yeni şehirli Türkler'de inanılmaz bir bastırma ve salaklık görüyorum.

Annenizle nasıldınız, çok mu nefret ettiniz?

- Annemle ilişkimin nasıl olduğunu öğrenmek isyenler, ilk iki kitabımda görebilirler. Tamamen biyografiktir.

KÖŞE YAZARLIĞINI ÇOK ÖZLEDİM

Köşe yazarlığına herhalde dönerim. Çok özledim. İlk üç-dört ay deliriyordum yani. Köşe yazarlığını bıraktığım ilk aylarda kendime lanet ettim. Gül gibi işini, huzuru bıraktın; iyi halt ettin, dedim.

Serdar Turgut’a gelecekteki köşesinden cevap verecek

Serdar Turgut, sizin masonik bir kabile mensubu olduğunuzu, köşe yazarı olmasaydınız umursanmayacağınızı, köşe yazarlığından nefretinizin yalan olduğunu yazdı. Cevap verecek misiniz?

- Çok kötü yazılmış bir yazı. Kızmaya çalışmış ama kızamamış gibi geldi bana. Şimdi buna uzun uzadıya cevap vermek istemiyorum. Şunu şiar edindim: Benim elim kalem tutuyor. Onun köşesi var. Açar bana birisi, benim de köşem olur. Ona sözle cevap verirsem, düelloda birinin elinde tabanca varken diğerinin elinde kılıç olur. Bunun cevabını yazıyla vereceğim.

Gazetenize döndüğünüzde mi?

- Yazının cevabı yazıyla verilir. Serdar Turgut'un bu yazısı, bu zamana ait değildi. İntikam soğuk yenen bir yemektir, yapmış. Ben de geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye demek istedim. Daha güçlü bir yazı yazsaydı keşke. Çok geç kalmış ya da çok erkendi.

İntikam dediniz, neyin intikamı?

- Köşe yazarıyken Serdar Turgut'la ilgili beş-altı yazı yazdım. Hiçbirine tek satır cevap gelmedi.


Bu röportaja uygun fotoğraf aslında Perihan Mağden'in her zaman görmeye alıştığımız uzak ve soğuk ifadesi olmalıydı. Ama Sebati'nin fotoğrafçılıktaki üstün performansı canlı bir Perihan Mağden ortaya çıkardı...
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!