Evet, siz işteyken çocuğunuza göz kulak olup büyütecek, annenize ya da anneannenize düşmesin, ilaçlarını, yemeklerini unutmasın diye bakacak birine ihtiyacınız var. Of ne büyük dert!
Kurumsallaşmamış, oturmamış bir sektörde, insan tacirlerine çarpa çarpa doğru insanı arıyor, aylık ücreti 500 ila 2500 dolar arasında değişen farklı milletlerden birçok kadın arasından canınız kadar sevdiğiniz yakınınızı hangisine emanet edebileceğinizi hesap etmeye çalışıyorsunuz. Nasıl maceralı, nasıl delirtici bir süreç. İşte size iki adet gerçek öykü. Birini ben yaşadım. 85 yaşındaki anneanneme bakıcı ararken, diğerini iki çocuk annesi Pelin Ulutaş. Buyurun, okuyun.
Son 6 ayda anneannemle yaşadığımız olay, türler arası ani geçişler yapan, dramdan komediye, komediden maceraya atlayan bir
film aslında. Hikaye 2007’nin Eylül ayında, anneannemin salondan tuvalete giderken uzun koridorda düşmesiyle başladı. Yıllardır yüksek tansiyon ve şeker hastalıklarıyla bir şövalye gibi savaşan anneannemin son zamanlarda dizleri de tutmuyordu. Canını en çok sıkan da buydu çünkü doktorların deyişiyle "pratik olarak diz kapağı diye bir şeyin kalmaması" onu koltuğa bağlıyor, her türlü hareketini kısıtlıyordu. Anneannem o gün düştü ve düştüğü yerden kalkıp telefona ulaşması çok zaman aldı.
Ertesi günü evlatlar ve torunlardan oluşan büyük ve endişeli bir meclis olarak anneannemin evinde toplanmıştık. Anneannem tatlıların tatlısı, çok tonton bir kadındır ama inatçıdır. Ama ne inat! Ona bir şeyi kabul ettirmek için 10 takla atsanız, bravo çok güzel takla attın der, yine de bildiğini okur! Büyük meclis olarak o günkü amacımız ona artık yalnız kalamayacağını açıklamaktı. Annem ve teyzelerim önce şunu denedi: "Canım annem, gel bizle otur artık, bak 85 yaşına geldin, yalnız kalma bu evde!" İmkan yok, kabul etmedi. Ne münasebet evini ve düzenini bırakacakmış, huzurunu niye bozacakmış! Bu cephede kaybedince, ben araya girdim ve şunu denedim:
"Anneannelerin en şirini, sen evde böyle yalnız kalınca benim aklım hep sende kalıyor, hiç işime konsantre olamıyorum." Onu can evinden vurmuştum. Demek Ezgi, benim yüzümden işine konsantre olamıyor! Baktım cevap vermeden dinliyor, hemen devam ettim: "Sana şöyle güzel bir bakıcı bulalım, hem yemeğini de yapar, ilaçlarını unutmazsın, hem de evin içinde hareket ederken elinden tutar, nasıl fikir?" Kabul etti, "Yalnız doğru düzgün birini bulun, bu yaştan sonra beni bir de elalemin insanıyla uğraştırmayın!" diye makul bir şart koştu. Tabii dedim, ayıp ettin tontonum... Karar, oybirliğiyle meclisten geçti, hatta bir de alkış koptu, ben tebrikleri kabul ettim. İyi bir bakıcı bulma işinin böyle zor, böyle sıkıntılı olaylara gebe olacağını, hayatımıza bu kadar farklı milletten ve mizaçtan kadının girip çıkacağını nereden bilebilirdik...
UYKU İLAÇLARINI ÖĞLEDEN VERİP TOZ OLUYORDUİlk aday bir Türk’tü. Remziye Hanım’a (60) gazeteye "Çocuğa, hastaya, yaşlıya bakıcı bulunur" diye ilan veren danışmanlık şirketlerinden biri aracılığıyla ulaşmıştık. "Ben teyzeye çok güzel bakarım, izin filan da yapmam, bir tek 5 vakit namazımı kılarım o kadar" demişti. Oh, oh pek güzel. Hemen ona evin düzenini anlattık. Tabii iş, bardak çanaklar burada, deterjan lavabonun altındaki dolapta, demekle bitmiyor. Anneannemin mutlaka saatinde alması gereken tansiyon, şeker ilaçları, diz merhemi ve göz damlası var. Anlatmakla kalmayıp, bir de Türkçe okunuşlarıyla bir deftere büyük büyük yazdık. Remziye Hanım’ın okuma yazma bilmediğini bilmiyorduk tabii, ne bizim sormak aklımıza gelmiş, ne de o bize söylemişti, belki de utanmıştı. Beraberliğimiz bir hafta sürdü.
Bir Bulgar olan Sofi’yi (50) tanıdık vasıtasıyla bulduk. Bir arkadaşımın kuzeninin büyük teyzesine bakmış, kadıncağız vefat edince de tekrar iş aramaya başlamıştı. Son derece akıllı, disiplinli, hani derler ya, iş bitirici bir hali vardı. Teyzeye annem gibi bakarım diyordu. İlaçlar konusundaki bilgisi de bizi etkilemişti. Teyzem bir gün her zaman yaptığı gibi akşam saatinde değil, yolu düştüğü için akşamüstü 16.00 sıralarında anneanneme uğradı. Zili çaldı, açan yok. Soğuk terler dökerek anahtarıyla kapıyı açtığında anneannemi horul horul uyurken buldu. Bir saat sonra çıkagelen Sofi bir arkadaşının hastalandığını ve acilen ona gitmek zorunda kaldığını söyledi. Ertesi sabah da anneannemin en sevdiği valizlerinden ikisini kaptığı gibi ortadan kayboldu. Sonradan anladık ki, anneannemin gece yatarken alması gereken uyku ilacını öğlen verip onu uyutuyor ve her gün dışarı çıkıyordu. Beraberliğimiz neyse ki 15 günden fazla sürmedi. Şanslıydık.
ANNEANNEMİ AĞLATIP TANSİYONUNU ÇIKARDI
Üçüncü adayımız Leyla Hanım bir Azeri’ydi. Ahıska Türkleri Derneği’nden bulmuştuk. Gündüzleri anneanneme gözleri yaşlı bir şekilde acıklı hikayeler anlatıp, hem kendi ağlıyor hem de anneannemi ağlatıyordu. Annem ya da teyzem iş çıkışı ziyaretine gittiğinde ise kapıyı pür neşe açıyordu. O yüzden bir süre anneannemin anlattıklarına inanmadık. Fakat anneannemin sinirleri tel tel olduğu için tansiyonu 19’ları buluyor, gözleri kan çanağına dönüyordu. 25’inci gününün sonunda Leyla Hanım histeri krizlerinden birini teyzemin yanında yaşayınca, yollarımızı ayırdık.
Pınar Hanım (55) kocası Rusya’da çalışacağım diye onu terk edince, memleketi Erivan’dan ayrılıp çalışmak için Türkiye’ye gelmişti. Onu da bir danışmanlık şirketi aracılığıyla bulduk. Daha önce 4 yıl bir amcaya baktığını, sonra o amcanın vefat ettiğini söyledi. Referans olarak verdikleri numaraları aradığımızda hakkında öyle güzel sözler işittik ki "Ay acaba o bizi beğenecek mi" diye endişelendik. Fakat söylenenin aksine Pınar Hanım’ın dünyasında sabır ve hoşgörünün esamisi okunmuyordu. Televizyonun kumandasını anneannemin uzanamayacağı yerlere koyuyor, sabah programlarının sesini sonuna kadar açıp oturuyordu. Yani anneannemi çileden çıkarıp migrenini azdıracak en gıcık olduğu iki şey yan yana geliyordu: Seda Sayan ve gürültü! Pınar Hanım ve anneannemin şiddetli aşkı 1.5 aydan fazla sürmedi. Kocası Rusya’dan dönmüş, onu yanına istemişti.
Beşinci adayımız Beste (40) öğretmen emeklisi anneannemi en çok yoranlardan biriydi. Gürcistan’dan çalışmak için geleli bir yıl olmuştu. Görüşmemizde kendini Türkçe ifade etmede bir sorun yaşamamıştı. Ama meğer kelime dağarcığı çok kısıtlıymış. Anneannemin ondan bir dilim kepek ekmeği istemesiyle ortaya çıkan durum komedisine bizzat şahit oldum: Önce muz geldi, sonra salatalık, sonra peçete, sonra da bıçak! Beraberliğimiz 12 gün sürdü.
Altıncı ve son adayımız bir Türkmen’di. Ya paranoyaktı ya da belalı. Peşimde adamlar var, takip ediliyorum, diye anneme açıldığı günün ertesi ona da hoşçakal dedik. Şimdi başka bir milletten, başka bir maceraya atılmak için aranıyoruz. Kendimizi çaresiz hissediyoruz.
Dört yılda 35 bakıcı
Pelin Ulutaş, kızı Mercan’ı 4 yıl önce, Şiraz’ı ise dört ay önce doğurdu. Bu mutluluğun en zor tarafı işe başladığında onları emanet edebileceği güvenilir bir bakıcı bulmaktı. Arayışına gazete ilanlarıyla başladı.
İlk yardımcısı 45 yaşlarında bir Türkmen’di. Tansaş’a süt almaya gönderdi, geri gelmedi. Pelin, 19 günlük bir loğusa olarak kalakaldı.
Gürcistan’ın bir köyünden kalkıp gelen kızcağızı alfabenin en başından başlayarak eğitmek gerekiyordu. Hayatında asansörü ilk kez Pelin’lerin dairesine çıkarken görmüştü.
Daha önce birkaç ünlünün çocuğuna bakmış olanlar, Mercan’la ilgilenmekten çok bu ünlülerin dedikodusunu yapmakla meşguldu. Filipinliler en disiplinli olanlarıydı. Mercan onların sayesinde İngilizce bile öğrenmişti ama hiç sevecen değillerdi.
Ukraynalı Tanya "Merak etme kocanı elinden almam ama ben sana fazlayım" diye Pelin’i ortada bırakıp kaçtı. Daha sonra öğrendiler ki, bir striptiz kulübünde çalışmaya başlamış.
Eski devlet adamlarımızdan birinin evinde çalışmış olan Ayşe (50) her söze "Biz köşkteyken şöyle güzeldi, böyle rahattı" diye başlayıp küçümsüyordu.
Gürcistanlı Bella dakikalarca aynanın önünden ayrılmaz, ben ne kadar güzelim diye sayıklardı. Bir sabah taksiciyle kaçtı.
Kübra, izin günlerinde TV dizilerinin figüran seçmelerine katılırdı. Bir gün bir diziden hastabakıcı rolü için teklif gelince hiç düşünmeden bırakıp gitti.
Sivas’taki köyünden kaçan Fatma’yı ise kocası gelip buldu. Günlerce Pelin’lerin kapısının önünde durdu, tehditler savurdu.
BEN BİR BAKICI BAKANLIĞI İSTİYORUM
Bu işten o kadar yıldım, o kadar usandım ki anlatamam. Her çeşit insan ve acayiplikle uğraştığım için bir canavara dönüştüm. Artık hiçbir söylenene, verilen hiçbir referansa güvenemiyorum. Çünkü deneyimlerim bana şunu gösterdi: Bir referans ekibi var. İşe aldığınız kişinin akrabaları, arkadaşları ya da aracı olan ajansın ayarladığı kimselerden oluşuyor bu ekip. Size duymak istediklerinizi söylüyorlar. Ne kadar iyi birini işe aldım diye seviniyorsunuz, sonra onu iki yaşındaki çocuğa "Çişini yaparsan böcekler kıçını ısırır" derken ya da toprağın altına girmekten, ölümden bahsederken buluyorsunuz. Çalışan kadınlara birileri yardım etmeli. Devlet bunu bir insan kaynağı yetiştirme projesi olarak görmeli. Ben bir bakıcı bakanlığı istiyorum!