Güncelleme Tarihi:
Dalita Çetinoğlu, 30 yaşında, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde yüksek lisans öğrencisi ve Beyoğlu'ndaki Cafe Pia'nın işletmecisi. Ancak sohbetimizin konusu ikisi de değil. Çetinoğlu, dört senedir sinemaya gitmiyor. Ona göre sinema insan sağlığına, ruhuna zararlı. İşte Dalita Çetinoğlu’nun anti-sinema fikirleri.
En son izlediğin film hangisiydi?
- Son izlediğim üç film şöyle. Elveda Cariyem. Filmin 20. dakikasında insanların üzerinden atlayarak filan kaçtım. Garip bir şiddet vardı filmde, bütün sinema aynı anda nefes alıp veriyor filan. Ne oluyoruz, niye böyle birşey olsun ki. Hiç gerek yok. Sonra Mike Leigh'nin filminin yarısında çıktım, ‘‘Naked’’. O da çok iyi bir filmdi. Ama en son Greenaway'in bir filmini izledim; Baby of Macon, Makun Bebeği diye çevrildi. Bunu sonuna kadar izleyeceğim, bundan sonra gelmeyeceğim dedim. O film kapanış için çok şiddetli bir filmdi. Ağırdı yani. İki sene sonra beni bir kere zorla götürdüler, Tarantino'un Pulp Fiction'ına. Kızın kokain krizine girdiği sahnede benim tansiyonum düştü. Bedenim tepki veriyor.
Bir süreç içinde vazgeçtin sinemadan değil mi?
- Çok fazla sinemaya giden birisiydim. Festivallerin, İngiliz, Fransız kültürünün filmlerinin müdavimiydim. Sonra filmler ağır gelmeye başladı. Çok fazla resim var. Kirlenme duygusunu yaşamaya başladım. Yüksek desibelde çok fazla imaj izliyorsunuz. Hareketli görüntüler bunlar. Gözümü acıtıyor.
Kendi duygularımızı kendi acılarımızı yaşamadan başkalarının duygularını öğreniyoruz diyordun değil mi?
- Sinema bütününde bana çok bağıran bir şey gibi geliyor. İyi bu, kötü bu, diyor. Aşkı bağırıyor. Bir başkasının rüyalarını görüyoruz. Ben başkalarının düşlerini izlemek istemiyorum. Benimkiler bana yetiyor.
Herkesin ki kendine yetmiyor olabilir. Bazı insanların hiç düşü yok.
- Öyle mi acaba? Bu bana çok acımasız geliyor. Düş derken, uyuduğumuzda gördüğümüz düşler de dahil buna. Birinin hayallerini ve hezeyanlarını görüyoruz. İnsan duygularının ve insan bedeninin en kayıtsızca sergilendiği, teşhir edildiği bir şey sinema. İnsan duygularının pornosu sanki... Başkalarının acılarını izliyoruz. Bir kere şiddet çok yoğun. En yumuşak diye izlediğimiz filmlerde bile baskın bir şiddet var.
Sinemaya gitmeme kararını herşeyden bağımsız olarak mı verdin yoksa etkinlendiğin/ esinlendiğin bir şey oldu mu?
- Kendi kendime verdim. Ben yapamadım. Aslında Amerika'da Avrupa'da sinemanın içinden yazılan bir takım anti-sinema yazıları vardır. Ama herhalde bir metropolde yaşayıp da dört yıldır sinemaya gitmeyen çok fazla insan yoktur. Aslında şunu söylemek istiyorum. Benim sinemaya gitmemem aslında o kadar önemsiz birşey ki. Senin sinemaya gitmen ne kadar sıradansa benim gitmemem de o kadar sıradan. Çıkış noktam çok kişisel birşey. Ben sinemaya katlanamıyorum, mutsuz oluyorum. Salondaki o törensellik, ritüel... Korkunç. Oradaki ışık değişiyor, akustik değişiyor. Başka bir algı düzeyine geçiyorsunuz. O andan itibaren çok açıksınız. Bir süre sonra insanlar, kendi ilişkilerini, kendi hikayelerini, kendi hayatlarını sinema üzerinden anlamlandırmaya başlıyorlar. Neden böyle olsun ki.
Sinemadan çıkan insanları gördüğünde hayalet görmüş gibi olduğunu söylüyorsun?
- Evet, başkalarının hayatlarından kopup gelmişler ve kendilerinden çıkmışlar gibi. Film festivali benim için bir azaptı. Bütün gün cafede oluyorum. Günde beş posta insan geliyor, film anlatıyorlar. Kimisi çok mutlu çıkıyor, kiminin morali bozuk çıkıyor. Bir ruh haliyle girip başka bir ruh haliyle çıkıyorlar. Ve bu ruh hali gerçek. Bizzat onların ruh hali. Çok şaşırtıcı olan da o.
Film izlemediğin dört sene boyunca hayatının daha iyi olduğunu düşünüyor musun?
- Çok huzurluyum. Sonuçta bu yüzyılın başına kadar insanlar film filan izlemediler. Yaşayıp gittiler bir şekilde. Kafam daha berrak. Hayat bana çarptığı kadar, ben hayata nüfuz edebildiğim kadar varolmak çok hoşuma gidiyor.
Çok sevdiğin arkadaşlarını sinemadan vazgeçirmeye çalışıyor musun?
- Yok çalışmıyorum. Sadece sinema sağlıksız birşey, bunu söylüyorum.
Örnek verebilir misin? Nasıl zarar veriyor?
- Wim Wenders'in Dünyanın Sonuna Kadar diye bir filmi vardı. Film iki sekans gibi. Bir bilimadamı var, karısı kör. Adam bir alet üzerinde çalışıyor. O aleti taktığın zaman beyninde geçen dalgaları, resimleri görüyorsun, ama kafanın içinde. Bunun için de kaydetmek mümkün. Adamın istediği karısının bir resim görebilmesi. Bunu başarıyorlar. Kadın aletin bağımlısı oluyor. Bir sahnede görüyoruz, kadın çıplak bir arazide bir kafesin içinde o alet elinde. Pili bitmiş mesela, ‘‘pil pil’’ diye çığlıklar atıyor. Ben başkalarının düşlerini görmek istemiyorum derken böyle birşey kastediyorum.
Yani içinde olmadığın bir ruh haline girip üzülmek veya sevinmek istemiyorsun?
- Evet. Başka bir bedene bürünmüş gibi hissediyorum. Başka bir hayatın duygusuyla ben gerçek bir duygu üretiyorum. Yani benim o anda izlerken verdiğim tepki gerçek bir tepki. Ve onlar benim belleğimin bir parçasını oluşturuyorlar. Toplumun nasıl bir şey olduğuna, nasıl birşey olması gerektiğine dair, mutluluk nedir, aile nasıl birşeydir... Bunları bile sinemadan öğreniyoruz. Mesela bu yüzyılda insanlar öpüşmeyi sinemadan öğrendiler.
Daha mı farklı öpüşüyorlardı 1900'den önce?
- Bilmiyorum, ama bir sürü başka formu da öğrenmişlerdir herhalde. Ya da nasıl olması gerektiğini en azından. İyi öpüşme, kötü öpüşme. Sosyallik hakkındaki fikirlerimizi de çok belirliyor.
KENDİMİ KORUYORUM
En güçlü belirleyici sinema mı?
- Ben kendimi sadece korumaya çalışıyorum. Çok ilkel olabilir. Ama bu böyle bir savunma mekanizması denebilir. Bir de sinemanın ayinsel yanı var. Diyelim ki biz üç yüz kişi sözleşiyoruz, belli bir saatte büyük bir salonda buluşuyoruz. Koltuklara oturup roman okuyoruz. Böyle bir şey olmuyor.
Belgesel izliyor musun?
- Hayır, izlemiyorum. Acının estetize edilmesi ya da iyinin kötünün estetize edilmesi, bir şeylerin arzulanır, bir şeylerin kötü, arzulanmaz olarak bize gösterilmesi, o bana çok garip geliyor.
Ama Bach da aynı şeyi müzikte yapıyor. Sanatın her alanında bir yorum yok mu?
- Ama edebiyatla bile, ki o sinemaya yakın, ilişki kurabiliyorum. Görüntü çok rahatsız edici. Çok fazla resim var. İmaj bombardımanı olarak geliyor bize.
Senin düşüncelerine meyleden insanlar var mı?
- Keşke olsa, bir kulüp kurarım. En fazla şu oluyor; filmden çıkıp çok kötü hisseden insanlar oluyor. O zaman haklısın galiba filan diyorlar. Ama bu kimsenin gitmesini engellemiyor. Sinemaya gitmezsek sinema hakkında da konuşamayız, bu da çok ayıp olur, bir de öyle birşey var. Görmediğimiz film kadar ayıbımız var!
Çok net olarak, sinemaya gittiğin zamandaki ruh halinle sinemayı bıraktıktan sonraki ruh halini kıyaslarsan...
- Hayatı seviyorum.