Güncelleme Tarihi:
Faruk Bildirici’nin Doğan Kitapçılık’tan çıkan yeni kitabı Türkiye’nin portresini çiziyor...
‘‘Kitaplı-gazeteci’’ farklı, ‘‘gazeteci-yazar’’ farklı. Siz hangisi oluyorsunuz?
- Gazeteciyim ben. Bunun yanına başka bir sıfat getirmek, çok da gerekliymiş gibi gelmiyor. Kitaplarım olmadan da gazeteciydim, olduktan sonra da gazeteciyim! Kitap yazmak, kendimi daha iyi ifade edebilme konusunda bana yeni kanallar açtı. O kadar. Zaten beni ilgilendiren tarafı da bu. Yoksa, insanların ne dediğinin çok önemi yok.
Yaşam öyküsünü yazmaya karar verdiğiniz insanları nasıl seçiyorsunuz: A) Sipariş B) Şu ve ya bu haberle gündeme oturuyorlar C) Kendim ilginç bulduğum için tercih ediyorum?
- Üçünün bileşkesi diyelim.
Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin: Diyebilir misiniz ki, ‘‘Benim 23 sayfada anlattığım Bahçeli, Devlet Bahçeli'nin gerçek kişiliğinin yüzde 75'idir’’.
- Mesele herşeyi değil, çizgileri doğru anlatmak, resmi doğru çıkarmak. Yazdığım portrelerde resmin yüzde 75'inden fazlası var. Ama yazdıklarım hayat hikayelerinin tabii ki, tamamı değil. Diyelim ki, biri Devlet Bahçeli'yi okudu, eğer onunla ilgili aklında kalan tortu ile benim söylemek istediğim özdeşleşmişse ve bu ikisi, Devlet Bahçeli'nin kişiliğinin gerçek çizgileriyle uyuşuyorsa, o zaman ‘‘Tamam!’’ diyorum, ‘‘Ben hedefime ulaştım!’’
SEVENLER, SEVMEYENLER
Bu kitapta ‘‘Halt etmiş! Ben o değilim!’’ diyecek olan yok mudur sizce?
- Vardır, Kamer Genç mesela. Büyük ihtimalle öyle diyecektir. Sonra, Kubilay Uygun, Oğuz Aygün.
Kimler ''Evet, evet o benim!'' der?
- Hasan Denizkurdu, Altan Öymen, hatta Alaattin Çakıcı! Sonra Korkmaz Yiğit diyebilir, Ertuğrul Yalçınbayır...
Çok zor değil mi, portre yazarken objektif olmak?
- Haber yazarken de zor...
Önyargılarınızdan nasıl kurtuluyorsunuz? Oradaki herkes hakkında toplumsal ve sosyal olarak bir fikriniz var.
- Osman Durmuş'u araştırmadan önce, evet kendisi hakkında bir fikrim vardı. Hepimizin gördüğü bir fotoğraf var. Ama bize verilenin, sunulanın arkasına gitmeye çalışıyorum. Ne kadar başarabiliyorum? Bunu galiba yazdıklarım gösterebilir. Bir kişiyle ilgili araştırma yaparken, sevenlerle birlikte onu sevmeyenlerle de konuşuyorsunuz. Ve onları önyargısız olduğunuza inandırıyorsunuz. Osman Durmuş'un üvey kardeşiyle konuşurken, onu tarafsız olduğuma inandırmam gerekiyor ki, adam konuşsun. Değil mi?
‘‘Benden bilgi aldığını söyleme’’ diyenler çıkıyor mu?
- Elbette. Baştan zaten teyit ediyorum: ‘‘Bu konuşmayı yapacağız ve ben sizi unutacağım. Bilgiyi sizden aldığımı ima edecek bir şey yazmayacağım’’. Görüşmeye çantasız gelmemi isteyenler bile var. Sadece kağıt ve kalem!
KALEM ÖZÜRLÜ POLİTİKACILAR
Görmeden ya da gördükten sonra torpil geçtiğiniz oluyor mu? Ya da nefret edip birine kafa attığınız?
- Oluyor. Bazen biriyle konuşurken bir konuda ikna olmuş gibi hissediyorum kendimi. Ama sonra verilere bakıyorum, bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Orada işte, gazeteci sezgileri devreye giriyor. Puzzle'ın üç parçası var elinizde, ikisi yok! En azından o parçalara dair sezginizin kuvvetli olması gerekiyor. Ama şunu yapmıyorum: Elimde o parça yoksa, varmış gibi göstermiyorum.
Kitabın ismi insanı gülümsetiyor, neden başka bir isim değil de: Silüetini Sevdiğimin Türkiyesi?
- Çok iddialı bir isim koymak istemedim. Ama ikili bir anlam içersin istedim: ‘‘Gözünü sevdiğimin Türkiyesi’’ demek var, bir de ‘‘Anasını sattığımın Türkiyesi’’. Bu iki anlamı da birden vereyim istedim. Herkes nasıl istiyorsa öyle baksın...
Yaptığınız işin Ayşe Kulin'in biyografik romanlarından farkı ne?
- Ben edebiyatçı değilim. Gazeteciyim ve daha belgesel ağırlıklı çalışıyorum. Evet, edebi bir tad alınabilecek kurgulanmış yaşam öyküleri yazmak gibi bir isteğim var. Mesela, Marquez'i ve Zweig'ı okuduğumda, onların da kurgulanmış yaşam öyküleri yazdıklarını görebiliyorum. Ama bu konuda kendimi yetkin hissetmiyorum, yine de ulaşmak istediğim yer orası.
Yaptığınız işi geçmişte ya da bugün yapan biri var mı?
- Dönem dönem kişilerle ilgili çalışmalar yapanlar var, ama bunu sürekli bir çalışma haline getiren çok fazla insan yok. Zaten biyografi yazarlığında Cumhuriyet dönemi bugüne kıyasla çok daha zengin. O dönemin bürokratları anılarını ve yaşadıklarını daha fazla yazmışlar. Şimdiki politikacılar biraz kalem özürlü!
Yazarı portrelerini değerlendiriyor
HÜSAMETTİN ÖZKAN:
Şenkal Atasagun'la Hüsamettin Özkan'ın benzeşen tarafları olduğunu düşünüyorum. İkisi de son derece renkli kişilikler. Şu andaki, takım elbiseli, kravatlı halleri sonradan üzerlerine yapıştırılmış gibi. Sanki gerçek yaşamları burada değilmiş gibi.
DEVLET BAHÇELİ:
Bazı insanlarla konuşurken onlara ulaşırsınız da, bazılarıyla bu mümkün olmaz! Bahçeli öyle. Sanki arada bir yerde perde var ve bakışları orada kırılıyor. ‘‘Aramızda bir duvar var’’ lafı ona çok uygun. Gerçekten öyle. Sadece bakışlar değil, hareketleri de son derece durgun. Sigara içme hareketi dışında pek bir hareketi yok.
HİKMET ULUBAY:
Duru bir adam. İnanılmaz duru.
Her şeyi kendi içinde çözmüş. Ne istediğini bilen, ne istemediğini de bilen bir adam.
ÇEVİK BİR:
Beni şaşırttı. Neden mi? Üniformasını çıkarttığında da, en az üniforması sırtındaymış gibi dirençli olmasını bekliyordum. Olmadı. Üniformalı Çevik Bir ile üniformasızı arasında dağlar kadar fark var.
YAZMAK ŞEHVETTİR
Faruk Bildirici böyle diyor ve ekliyor, ‘bilgiye tapıyorum.’ Doğan Kitapçılık'tan yeni çıkan ‘‘Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi’’ adlı kitabını büyük bir keyifle okudum. 28 portre cırt diye su gibi içiliyor. Üstelik birbirlerinden bağımsız portreler bunlar, akşam üzeri Çevik Bir'i okursunuz da, Kamer Genç'i sabah alırsınız! Sizin tercihinize kalmış. Türkiye silüetinde yer alan bir kısım insanların hiç gün ışığına çıkmamış,yaşam öykülerine siz de tanık olmak istiyorsanız, ne duruyorsunuz...
Kitaptan bilinmeyen ilginç saptamalar
PORTAKAL PAKETİNDEKİ SİLAHLAR
DEVLET BAHÇELİ
Polis, 23 Şubat 1978 günü bir ihbar aldı; ‘‘Adana'dan Ankara'ya gelen beyaz renkli, 01 FE 994 plakalı araçta silah var!’’ Aracı durduran polis, bagajda portakal paketinin altına gizlenmiş iki makinalı tüfek ile şarjörler buldu. Araçta dört ülkücü genç vardı. Daha önemlisi bu araç, Başkent Mali Bilimler Yüksek Okulu Öğretim Görevlisi Devlet Bahçeli'ye aitti...
KÜRT ASILLI OSMAN DURMUŞ
Durmuş, üniversite öğrencisiyken bir sohbet sırasında ‘‘Benim aslım Kürttür, ailemiz sonradan Çankırı'ya göçmüş’’ dedi, anlattı: ‘‘Ama ben Kürtlerin de Türk olduğuna inanıyorum. Bütün Türkler gibi ben de Cengiz Hanın oğlu Cuci Hanın torunlarındanım. Ayrıca bu hakkı kimse benden alamaz.’’ Cuci Han, Cengiz Hanın en problemli oğluydu...
BULMACA HASTASI ŞENKAL ATASAGUN
Yıllar sonra karşılaştığı okul arkadaşı dayanamadı, sordu; ‘‘Şenkal, nasıl oldu da MİT'e girdin?’’ Arkadaşının sorusuna şaşırmadı Şenkal Atasagun, gülümsedi. ‘‘Ben bulmaca çözmeyi severdim. Babam da beyin jimnastiği yapmak için çok bulmaca çözerdi. İstihbaratçılık da bana bulmaca çözmenin uzantısı gibi geldi...’’
ÇAKMAKLARI CEBE ATMA ALIŞKANLIĞI
ALTAN ÖYMEN
CHP Genel Başkanı olunca, kimi zaman bir sigara tellendirmekten hoşlanmasına rağmen paket taşımama alışkanlığından vazgeçmedi. Eskiden olduğu gibi çevresindekilerden aldı, keyif sigaralarını. Sigarasını yakmak için uzatılan çakmakları cebine koyma dalgınlığı sürdü; elini cüzdanına zor atma alışkanlığı da değişmedi.
Şenkal Bey’e
çiçek gönderecektim
Kapalı bir kutunun başındaki adamın hayatına nüfuz edebilmiş ender insanlardan birisiniz. Şenkal Atasagun'dan söz ediyorum. Nasıl anlatırsınız onu bize?
- Şu an kapalı kutu Atasagun. Bir de o kutuya girmeden önceki yaşamı var. O bilgilere ulaşmak daha kolay. Öcalan'ın yakalanmasından sonra hakkında övgüler yazılan bir MİT müsteşarıydı. Ve o dönem yaşam öyküsüyle ilgili bölük pörçük yazılar çıktı. Gazete, bir portre yazmamı istedi. Ben de hep merak ederdim, örneğin bir MİT elemanının çocuğu okula gittiğinde babasının mesleğini nasıl söyler, sokakta biriyle tanıştığında nasıl davranır gibi. Çok sevindim ve çalışmaya başladım ama stratejik bir karar vermem gerekiyordu. Atasagun'dan doğrudan randevu talep edecek miydim, etmeyecek miydim? Şöyle düşündüm. Büyük ihtimalle benimle konuşmaz. Konuşacaksa da onlar beni nasıl olsa bulurlar! Buldular! Birkaç gün sonra son derece kibar bir beyefendi aradı, MİT'te çalışan bir yetkili. Bir diplomat havasında ‘‘Şenkal Bey'le ilgili bir çalışma yapıyormuşsunuz size yardımcı olmak isteriz’’ dedi. Şenkal Bey'in görüşmeyi kabul ettiği bildirildi. Bu geçen Temmuz başıydı. Beklemeye başladım. Her ay, iki üç kere aradım ve kendimi hatırlattım. Aradan on ay geçti. Baktım, bu iş olacak gibi değil, oturdum yazdım. Kitabı yayınevine teslim etmek üzereydim ki, son bir kez daha aradım, ‘‘Kitabı veriyorum, aradan on geçti. İki ay sonra da Şenkal Bey'e bir çiçek göndereceğim’’ dedim. ‘‘Ne için?’’ dediler? ‘‘Röportaj isteğimin seneyi devriyesi!’’ dedim. Ondan sonra kendisiyle görüştük. Bir buçuk, iki saat sürdü. Herşeye yanıt vermedi, sadece benim bulgularıma ‘‘doğru’’ ya da ‘‘yanlış’’ dedi. Yine de benim için son derece yararlı oldu.