Güncelleme Tarihi:
“Paten kayan, mor saçlı, kısa şortlu bir kızdım ve çok rahat büyüdüm.” Ege şehri gibi bir Diyarbakır anlatmışsınız bir röportajda…
-Hayal dünyamızın asıl gerçeklik olduğuna inanırsak; bir Ege şehrinde büyüdüm sayılır, deniz kenarında olduğumu hayal ederek evin balkonundan bacaklarımı sallardım.
Tüm bunlar bende sıra dışı bir aileniz olduğu izlenimi yarattı…
-Annem Kıbrıs Limasollu bir diyetisyen, Liceli dişhekimi babamla Ankara Hacettepe’ de okurken tanışıyorlar ve annem, babamın yanında Diyarbakır’ a taşınıyor ablam doğduktan bir süre sonra. Yani evet, annemin bütün aileye kattığı bir deniz havası mevcut evde. İronik bir rahat çocukluktu benimkisi, OHAL ve Körfez Savaşı dönemiydi. Evimizin olduğu caddede mitingler, yürüyüşler düzenlenirdi neredeyse her gün.
Küçükken ne olmak isterdiniz?
-7 yaşımda TRT Çocuk Radyosu spikerliği yapmaya başlamıştım, radyoya patenlerimle giderdim mesela; yollarda askerlerin, polislerin ve panzerlerinden arasından hızlıca geçerdim korkmadan. 12 Eylül dönemi Ankara’ da iki aşık öğrenci olan ebeveynimin geni bu bendeki cesaret, hala da çok korkmam şükürler olsun. Suriye’ ye, Irak’ a, Mısır’ a fotoğraf çekmek için otobüsle gittiğimde bile hiç korkmadım.
20 yıl Diyarbakır’da yaşamak nasıl bir göz, nasıl bir dimağ, nasıl bir ruh hali verdi size?
-Toprağa basarak büyümek, diyebilirim özetle. Diyarbakır ve diğer doğu şehirleri insanlık tarihinin en mühim köklerini saklayan topraklar. İyi ki Diyarbakır’ da doğmuşum, sisteme boyun eğdiren kölelikte modernizmden payını alarak asimile olmuş bir medeniyet içinde büyümemişim de manevi değerlerim çok güçlü köklenmiş. İyi ki büyürken doğanın, tarihin her rengini, her dokusunu koklamışım, görmüşüm. Çiçeklerin açacağı mevsimin barış bayramıyla başladığını, yaşadığı şehrin binlerce yıllık bir kale ile korunduğunu bilmek, kenarında piknik yaptığımız nehrin doğunun atardamarı olduğunu bilmek, dut ağacına tırmanıp hasta oluncaya dek dut yemek ya da farklı dillerin aynı sokakta konuşulup hiçbir anlaşmazlık yaşanmadığını görmek bir çocuk için eşsiz bir eğitim. Şimdilerde fark ediyorum ki huzur arayışında kendi girdabında boğulan yaşıtlarım arasında çocukluğummuş kalbimdeki sakinliği sağlayan şey.
Ankara hayalleri kurarken İstanbul, sonra Londra, oradan da dünyanın dört bir yanı… Bu gezgin ruhun hayat motivasyonu nedir?
-Tutku. Hepimiz, öleceğimiz zamana dek kendimizi oyalamak zorundayız, tutkuyu bulmalıyız ve o tutkunun peşinden gitmeliyiz ki yaşadığımız her saniyenin hakkını verebilelim. Bir yerde bir süreden fazla sabit kaldım mı başlıyorum nefes alamamaya, Ay’ı hep aynı koordinatlardan izlemek yüzümü güldürmüyor. Bir de tutkum, mesleğim elbette! Vizörümden baktıkça daha da bakasım geliyor. Daha değişik sokaklar, hayatlar, renkler ve yüzler çekiyor kalp gözüm, güzel şairlerin dediği gibi. Sabit yaşamamanın tüm dezavantajlarına, risklerine rağmen ayaklarım gitmek istiyorsa, gitmek için durmadan çalışıp biriktiriyorsam kendimi, neden durayım ki olduğum yerde?
Moda fotoğrafçılığı yapıyorsunuz? Moda deyince aklınıza ne geliyor peki?
-Moda deyince aklıma ilk Kadıköy’ deki Moda aile çay bahçesi geldiğine göre pek de moda bağımlısı sayılmam. 2000’li yıllardan önce moda akımları, dünya tarihine paralel bir belge niteliğindeydi. Bu açıdan değerlendirirsem modayı sevebilirim.
Fakat sırf tüketime dayalı ‘moda’ anlayışını aklım almıyor, bu nedenle kendimi ‘yeni ürün paket cilalayıcısı’ gibi bir moda fotoğrafçısı olarak görmedim hiç.Bir hikaye anlatabileceğim moda çekimi olduğu sürece moda çekimleri yapıyorum. Zaten ‘ben bir moda fotoğrafçısıyım’ demek yerine sadece ‘fotoğraf sanatçısıyım, fotoğrafçıyım’ demeyi tercih ediyorum kendime.
Asıl mesleki tatmini sezon geçse de eskimeyecek fotoğraflarda alıyorsunuz siz…
-Mısır’ da gezerken piramitlerin arasında, sürmeli gözleri olan çok güzel bir oğlan çocuğu yanıma yaklaştı. Güneşten rahatsız olduğumu anlayıp elindeki poşuyu saçlarıma uzanıp bağladı. Bir adım geriye atıp baktı, yakıştırdı saçlarıma poşuyu. Sonra da kameramı işaret edip, gülümseyerek poz verdi. O fotoğraf sonraki yıl uluslararası bir fotoğraf yarışmasında, dünyanın en iyi çocuk fotoğrafları arasına girip ödül aldı. Mısır’ dan ayrıldığım anda darbe başladı. O fotoğrafın ödül haberini aldığımda, gökyüzüne ağladım resmen; ‘lütfen o çocuk hayatta olsun, yaşıyor ve iyi olsun’ diye dualar edip durdum.
Ya da dört yıl önce ölen en yakın arkadaşım Hakan Orman, çektiğim bir fotoğrafı var. Teknik açıdan birçok hatası olan bir fotoğraf; flu, karanlık ama biliyorum gülümsüyordu ben çekerken o fotoğrafı. Yatağımın ucunda durur o fotoğraf; gece yarıları uykum kaçtığında, tavanla sanrılı diyaloglara girdiğimde fotoğraf konuşur. Hakan’ ın sesini duyarım, bana verdiği güzel öğütleri dinlerim..
Su altında nü kareler çektiğiniz “Wet Poem” sergisi ne kadar zamandır kafanızda var? Yola nasıl çıktınız, nasıl şekillendiniz?
- Fotoğrafa ilk başladığım dönemlerde nedenini tarif edemeyeceğim bir içgüdüyle nü çekimler yapmaya başlamıştım. Ama hiçbir zaman altın oranlı bedenler seçip, bas bas cinsellik bağıran fotoğraflar çekmedim. Daha gerçek, daha sert, çoğunluğun gerçek güzellikten korkarak kusurlu yaftasını yapıştırdığı özelliklere sahip modellerimle nü çalışıyordum o zamanlar. Gel zaman git zaman, doğanın insan kusurlarını kamufle ettiğini fark ettim. Buradan yola çıkarak, su ile dişil estetiğin birleştiğinde şiirsel görüntüler verdiğini anlayınca, böyle bir fotoğraf serimin olmasını istediğini anlayıp çekimi gerçekleştirdim. Modelimi, stüdyoda muazzam ışıklar altında, pahalı kameralarla çekseydim su içindeki kadar güzel görünmezdi gözümüze.
İnsanların gerçek anlamda çıplak kaldığı, egolarından uzaklaştığı günlere bir özlem mi var bu fotoğraflarda? Kirli İstanbul’un, sizin değiminizle “insanları insanlara karşı tahammülsüz bırakan İstanbul’da yaşamanın bir feryadı mı?
-Ne güzel söylediniz, romantik ve şiirsel bir feryat bu bir yandan. Suya sığınmak, öze sığınmak, arınmak...
Bu sergiye gerçek bir şiir yazsaydınız iki dize de olsa… Nasıl sıralanırdı kelimeler yan yana?
-Arsızca belki, bir şey düştü aklıma hemen Fransızca ve İngilizce’ den bir doğulu şiir çevirmeni ağzıyla çevrilmiş gibi duydum içimde; fakat ne haddime mısraya bulaşmak, biliyorum bu cevabımı sonradan okudukça utanacağım..
Ne kadarlık bir çalışmanın ürünü bu kareler?
-Diğer her fotoğrafım gibi hatırlayabildiğim kadarıyla 28 yılımı aldı bu çalışma. Yaşım kadar yani…
Nü portreler çeken bir başka fotoğrafçı arkadaşım, Türkiye’de nü model bulmanın zorluğundan bahsetmişti? Sizde zorlandınız mı?
-Kadın fotoğrafçı olmanın avantajı sanırım bu, çalıştığım yerli ve yabancı modellerim güveniyorlar bana. Zaten hepsiyle hep iletişimde kalıyorum, arkadaşım oluyorlar. Güven ve sevgi her şeyin anahtarı.
Kaç farklı model var? Profesyoneller mi?
-‘Wet Poem’ serimde bir modelle çalıştım, profesyonel modellik yapıyor. Ajans aracılığıyla iletişime geçtim.
Neden seri de hiç erkek yok? Erkek çıplaklığı ile kadın çıplaklığı farklı mı sizin gözünüz de?
-Nü çalıştığım erkek modellerim var, erkek çıplaklığı da son derece estetik bence. Nasıl görmek istiyorsanız öyledir aslında ya her şey, bu cevabımda da geçerli bu durum. Nü erkek modellerimi başka bir proje için saklıyorum, daha hayatın içinde buluyorum çünkü erkek vücudunu. Kült bir sokak şiiri gibi ya da bir duvar yazısı gibi…
Bu fotoğraflar hiç seksi çağrıştırmıyor mu sizce?
-Elbette çağrıştırıyor, ıslak bir şiir ve kadın bedeninden bahsediyorum sonuçta. Ama ben cinselliği ayrı bir başlığın altında tutmuyorum. Seks, müstehcen, ayıp gibi yaftaların yanında duramayacak kadar masum. Çünkü tamamen doğamızda var.
Bu fotoğrafları gören, sergiyi izleyen insanlara ne söylemek istiyorsunuz? Sizce onlar ne anlayacaklar?
-Sanatla derin nefes almaya çalışan biri olarak, izleyicilerimin anlayabileceği olasılıkları düşünmek kendi kuyumu kazmak gibi olur. Herkes kendi hikayesini bulsun, yazsın, ağlatsın, güldürsün, huzur ve nefes versin istiyorum her çalışmam. Sorularınıza verdiğim cevaplardan yola çıkanlar olacaktır elbette, zaten iletişimin en güzel başlangıcı da bu; ben elimdeki fenerle yolu gösteriyorum, izleyicilerim yola kendini emanet ediyor…
NEDEN ISLAK ŞİİR?
İstanbul’da olduğum zamanlarda, geceleri tek başıma deniz kenarında dolaştığımı bilen annem telefonla arayıp, takılır bana ‘Dilan yine mi Atilla İlhan ile şarap içiyorsun’ diye. Ne yazık ki mi demeliyim bilemiyorum ama arkadaşlarımla geceleri dışarı çıkıp eğlenmek yerine sokaklarda dolaşıp banklarda oturup şiir kitapları okumayı ve her şiir sonrası bir fotoğraf karesi hayal etme oyunu oynamayı daha çok seviyorum. Şiirle de böyle yola çıktım yani. Şiir sever bir fotoğrafçının, şiirsel dili fotoğraflarında aramaya çalışması normal olmalı sanırım?
Nü fotoğraflar çekerken kadın olmak bir avantaj. Bu erkeklere güvenilmez anlamında değil ama insanız sonuçta, erkekler bazen biraz daha kontrolsüz olabiliyor hormonlarının etkisiyle. Fotoğrafçı kimliğimde bas bas kadın olduğumu da söyleyemem, kalbimle hareket eden bir insanım; hormonlarımla değil!
Fotoğrafları mutlu anlarımızın şükür belgesi olarak gören Dilan Bozyel bu röportaj için Mart ayında Marmara denizine girerek asistanına kendini çektirdi.