MEHMET YAŞİN
SARIALAN
Ağaçlar en renkli elbiselerini giyer, bizleri şölene bekler
Devrek, Eskipazar, Taşköprü, Azdavay... Her biri başka bir tabloya benzer. Buralarda ağaçlar en renkli elbiselerini giyip, sonbahara hoş geldin derler. Ben, ağaçlar sarardığında, kızardığında nereye gideceğimi hep şaşırırım. Yedigöller mi, Abant mı, Mudurnu mu, Göynük mü, Kastamonu mu? Karar vermekte zorlanırım. Genellikle Bolu’nun
yükseklerindeki "Sarıalan Yaylası"na sığınırım. Buraya Kartalkaya’ya giden asfalt yoldan da gitmek mümkündür ama ben Yeniçağa’dan giden biraz bozuk olsa da, görüntüsü güzel yolu tercih ederim. Çünkü yolu kucaklayan ormanın renk cümbüşüne dönüşünü en güzel burada izleyip, kendimden geçerim.
Sarıalan Yaylası sonbaharda büyülü bir güzelliğe bürünür. Ormanda, şırıl şırıl akan derelerin kıyısından, çeşitli düşler kurarak yürümek sanırım dünyanın en keyifli işidir. Sarıalan’da çıt çıkmaz. Ne bir ses, ne bir nefes vardır. Sadece, rüzgarın ormanda ağaçlarla oynaşmasının sesi duyulur. Rüzgarın sesi, dalga sesini andırır. İnsan gözünü kapayınca kendini deniz kıyısında sanır.
Güneş batımına doğru derenin oluşturduğu küçük birikintiler menevişleşir. Batan güneş menekşe menekşe yansır bu küçük birikintilerin içinden. Kurbağaların çok sesli vıraklaması, bu kutsal sessizliğe bir başka güzellik katar. Biraz sonra renkli tepelerden inek, koyun sürüleri sökün eder. Hayvanlarının boyunlarındaki çanların sesi, tatlı bir müzik gibi ormanın içinde kaybolur. Bir iki çoban köpeği amaçsızca havlar.
İşte bu anlarda ormanla vedalaşıp, kaldığım yere dönerim. Sarıalan’da konaklamak için pek fazla seçenek yoktur. Ya İsmail Çotakoğlu’nun 6 odalı pansiyonunda ya da karşı yamaçtaki Baysal Motel’de kalınır. İkisi de temizdir, misafirperverdir. Yemekleri lezzetlidir. Ben genellikle yörenin ünlü yemeği, keşli cevizli erişteyi tercih ederim. Bu üçlünün birleşmesinden ortaya doyumsuz bir tat çıkar.
Yemekten sonra sıkıca giyinip, karanlık bahçede gökyüzünü seyrederim. Yıldızlar binlerce elmasa benzer. Kentin ışık kirliliğinden kaçıp, yaylanın zifiri karanlığına sığınmışlardır sanki. Onlara bakıp, milyonlarca yıl öncesini görürüm. Geçmişi seyretmenin şaşkınlığını yaşarım. Bu şaşkınlığın verdiği huzur uykumu getirir. Erkenden kalın yorganı başıma çekip, çoban köpeklerinin uzaklardan gelen havlama sesini dinleyerek uykuya dalarım.
Sabah güneşle birlikte uyanırım. Hava çelik gibidir. Otlar gümüş çiğlerle kaplanmıştır. Çam kokulu havayı solurum. O sırada hayvanlar çan sesleriyle yola çıkarlar. Çoban sabahın erkeninde bile yanık bir türkü tutturur. Belli ki aşıktır, hasretliktir. Ben de onların ardından yine ormanın yolunu tutarım. Sonbahar beni orada beklemektedir, bilirim. Ağaçlar en renkli elbiselerini benim için giymiştir. Çobana özenip, bir türkü söylemek isterim; beceremem. Kuşlara bırakırım sessizliği.
Ben her sonbaharda Sarıalan Yaylası’na gidip, iki günlüğüne de olsa bir başka boyutta yaşarım.
FATİH TÜRKMENOĞLU
AYVALIK
Sahilden Cunda’ya yürümeyi Çamlık’ta hayal kurmayı severim
"Sonbaharda favori yerim?"
Çok düşünmeye gerek yok, tabii ki Ayvalık. Soru "ilkbaharda nereye gidersiniz" olsa, sanki cevabım farklı olacaktı... Her mevsim Ayvalık; üstelik hayatımın sonbaharını geçirmek istediğim yer, yine Ayvalık...
Artık her gezer, her okur Ayvalık’ın tarihini bilir. Bir dönem özerk yönetimini, konsolosluklara ev sahipliği yaptığını, mübadeleyle boşaldığını falan.
Mübadele belgeseli yaptım, yıllardır konuyla ilgili okurum, hatta en son Louis de Bernieres’nin kitabını aldım; hálá burnumun direğini sızlatır orada yaşanan öyküler. Şimdiki üçüncü, dördüncü nesillerin bu özellikli durumu anlayabildiğinden de çok şüpheliyim. O sokaklarda yürürüm, aklıma 95 yaşındaki İsmet Hanım gelir. Çekirdek yerken anlattığı kaçış öyküsüne gülümserim. "Kedimi de getirdim" diye ısrarla 20 küsur yaşında ölen kedisini anlatışını hatırlarım. Ayşe Teyze’nin bir göz evindeki sabun kokusu, Özgün Zeytinyağları’nın sahibinin ağır "karşı kıyı" aksanını, sadece oraya has sarımsı hüzünlü renkleri hiç unutamam.
"Tamam, anladık, tarihi güzel de; burası da şöyle adamakıllı bir tatil cenneti değil yahu" diyenleri de gayet iyi anlarım. Tabii, Ayvalık’ın içinden denize girilmez. Otomobil kullanıyorsanız elinize yapışır, hele o dar sokaklara girmişseniz, sırtınızdan aşağı ter boşalmadan caddeye ulaşamazsınız. Perşembe günü şehre inme gafletine düşmüşseniz, aman Allah, yandınız! Ayvalık Pazarı kurulur çünkü. Midilli’den gelenlerin de curcunasıyla birlikte, o merkeze ne girilir, ne çıkılır. Bir de adına Sarmısaklı denen, beni deli eden Kumburgazvari "yazlık cenneti" ve "ille de her koşulda eğlenirim, göbek atarım" diyen ahalisi yok mu; en sıkı pazarlık eden, otomobillerini caddelere iki sıra park eden, "Cunda’nın Divası"nda elleri şaklatanlar hep onlar...
Ah niye böyleyiz? Şimdi "Ayvalıklı" oldum ya, Ayvalık’a salt "yazlık" muamelesi yapılması son derece ağırıma gitmeye başladı. Oysa benim orada yapacak o kadar fazla işim oluyor ki, bazen on gün kalıp ancak iki kere denize atlıyorum.
Hele son gittiğimde, iki hafta kuş kanadının çırpışı hızında kaydı elimden...
Çarşı’ya gidiyorum. Antikacı dostlarım Erdoğan Bey ve eşi İnci Hanım’la muhabbete başlıyorum, aaa bir bakayım iki saat geçmiş! Her defasında da aynı mizansen: "Şu Konya işi aynalardan da artık çok az çıkmaya başladı" diye söze girip, iki tane sardırıyorum. İnci Hanım’dan masa örtülerine bakarken, bir yandan bakırları süzüyorum, bir yandan Erdoğan Bey’in Hollanda’da yaşayan oğullarının muhabbetine kendimi kaptırıyorum. "Allah aşkına gitmeyin, çok değişik bir yeşil fasulye mezesi yapacağım bu akşam" diyor Erdoğan Bey...
Köşede karadut şerbeti içiyorum. Karşıya geçip Yalı Pansiyon’a kıvrılıyorum. Çetin Amca ve eşi, benim ilk Ayvalık’ı tanımamın ev sahipleri. Onların ev yapımı reçellerini, bol köpüklü kahvelerinin tadını; o bahçenin "Eski Türk Filmi" atmosferini, yumuşacık sohbetlerini özlerim. İşte sana geçti mi yarım gün!
Sonra "Chez Beliz"in Beliz Hanım’ı var. Soyadı çok zor, kocası Hollandalı ya, ben bir türlü öğrenemedim. Beliz oyuncu. Gelmiş aileden kalan evine pansiyon açmış, ama o ne özen, o ne zarafet. Kapıdan gireni beğenmezse, "yerim yok, kusura bakmayın" diyen, severse saklı bahçesinde çok özel bitki çaylarını ikram eden; o seansı başarıyla atlatırsanız gönlünü açan bir deli dolu Beliz o... Böyle çocuklar gibi sıkarak sarılan, siniri de kahkahası da en derinden gelen, sevdiklerinin ismini odalarına veren, görünce "ben bu kadını tanıyorum" diye düşündürten, sesiyle zaten "tabii ya" dedirten Beliz...
Herhalde insanları nedeniyle Ayvalık’ı çok seviyorum. Önce insanlarını tanıdım, sonra sokaklarını, binalarını. Necdet Kent Kütüphanesi’ne gittim, eski kiliselerini, camilerini dolaştım. Haliç Park Otel’in sahilinden Cunda’ya kadar yürümeyi, Taş Kahve’de kahve içmeyi, Fofo’da
yemek yemeyi, Şehir Kulübü’nü, Çorbacı Mehmet’i, Yeni Güler Tatlıhanesi’ni, İmren’i, Zaro Balıkçısı’nı, Avşar Tost’un sahibinin cingöz oğlunu çok sevdim.
Tekneyle açılıp yüzmeyi de. Bir gün boyunca Kozak Yaylası’nda dolaşmayı, köylerden çam fıstığı toplamayı da. Bergama’ya ne demeli? Asklepion ve Kızıl Avlu, Ayvalık’a kadar gitmişken görülmez mi? Madem öyle, Kaz Dağları da hemen burnumun dibi, değil mi? Bir Adatepe’ye çıkarım, aşağıda bir de güzel yüzerim... Olmadı öbür gün "aşağı doğru" araba kullanıp, Foça’ya gidiveririm. Kızımla Cunda’da kedi beslerim, pasaportum cebimdeyse hemencik Midilli’ye gidip geliveririm. İstersem balıkçıları seyre dalıp, bütün bir gün avarelik yaparım. Ya da Çamlık’a gidip hayal kurarım...
Ayvalık’ta, bu sonbahar, ben hayattan mutlaka bir kaçamak daha yaparım!
SAFFET EMRE TONGUÇ
KAPADOKYA
Günü balonun sepetinde karşılayın Uçhisar Kalesi’nde uğurlayın
Kapadokya, 30 milyon yıl önce Erciyes, Hasan ve Melendiz Dağları’nın volkanik patlamalarıyla ortaya çıkmış. Tarihçi Herodot’un dediği gibi "Güzel atlar ülkesi" mi, yoksa doğanın yarattığı güzel sanatlar ülkesi mi, karar vermek zor... Sonbaharda Kapadokya doğası, sarı ve kahverenginin tonlarına bürünüyor.
Kapadokya, UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde. Dünyevi işleri bir yana bırakıp kendilerini dine adayan, inzivaya çekilen ilk Hıristiyanlar bu bölgeyi merkez seçmiş. Yüzlerce kaya parçasını oyup, kilise, manastırlar yaratmış. Hıristiyan dünyasının önemli azizleri buradan geçmiş. Ortodoksların dualarını okuduğu Aziz Basileos, Kayseri’de doğmuş. Kiliseleri gezerken fresklerde beyaz atının üstünde, mızrağıyla ejderhaya karşı savaşan Aya Yorgi (Aziz George) dikkatinizi çekecek. İngiltere, Moskova ve Katalanya’nın (İspanya) azizi, Kapadokya doğumlu.
Uçhisar, adı üzerinde tam uçta yer alan bir kale. Tavsiyem, günbatımında orada olmanız. Erciyes, Hasan ve Melendiz dağları elele verip, doğal dekoru tamamlıyor. Altınızda olağanüstü yer şekilleri ve güneşin giderayak yaptığı ışık oyunları, elinizde bir kadeh Kapadokya şarabı, yaşamın güzelliğine içiyorsunuz.
Uçhisar’dan Göreme’ye doğru giderken, Avcılar’daki manzara noktasında durup, aşağıdaki Göreme’ye bakın. Sonbaharın en güzel renklerinin arasından vadi hayaller aleminden çıkmış bir kare gibi görünecek.
Göreme, Kapadokya’nın en hareketli ilçesi. Oteller, pansiyonlar, restoranlar, otantik dükkanlar, aradığınız her şey burada. Göreme Açık Hava Müzesi’nin girişinde, rahip ve rahibelerin kaldığı manastırlar bulunuyor, ilerisinde de kiliseler. 1923’teki nüfus mübadelesine kadar bölgede yaşayan Anadolu Rumlarının kiliseleri Kapadokya’nın dört bir köşesine yayılmış. Müzedeki en önemli kiliseler ise Elmalı, Azize Barbara, Yılanlı, Karanlık ve Çarıklı Kilise. Bugün Kapadokya’da fresklerle bezenmiş yüzlerce kilise var. Çoğu, 843 yılında İkonaklastik, yani ikonları yasaklayan dönemin sona ermesinden sonra yapılmış. Müzedeki en görkemli yapı Tokalı Kilise. Girişteki eski bölümün fresklerinde İsa’nın yaşamından kesitler aktarılıyor. Devamındaki bölümlerde benzer öyküler, sonraki yüzyıllarda çok daha güzel resmedilmiş.
Peribacalarını görmek için, Turist Hotel’in yanından sapıp Aşk Vadisi’ne girmeniz gerekiyor. Sabah erken kalkmayı sevmeseniz bile, Kapadokya’yı güneş doğarken bir balonun sepetinden seyretmek çok keyifli. Sonbahar renkleri Kapadokya’ya öyle yakışıyor ki, tüm bölge Erciyes’ten Hasan Dağı’na bir öyküye kahraman oluyor. Gece ise yerin altına kazılmış bir mağarada neyin büyüleyici sesi eşliğinde dönen semazenleri seyredin. Onlar yerini folklorculara bırakırken, "Yaşadıklarım acaba gerçek mi" sorusu kafanızı kurcalayıp duracak.
Ürgüp’te, 1923 nüfus mübadelesine kadar ağırlıklı olarak Rumlar yaşarmış. İlçede, bir kısmı turistik işletmeye dönüşmüş çok güzel eski taş binalar var. Geçmişin mağara evleri, şimdi restore edilip turizmin hizmetine sunuluyor.
Ürgüp’ten Avanos’a giderken geçilen Derbent Vadisi ilginç yer şekilleriyle dolu. Deveye benzeyen kaya parçası ise en çok fotoğrafı çekilenlerden biri. Biraz ilerideki Zelve Vadisi Göreme Açık Hava Müzesi kadar ilginç olmasa da kilise, manastır ve bir camiye ev sahipliği yapıyor. Zelve’ye giderseniz, Direkli, Balıklı, Üzümlü ve Geyikli Kiliseleri’ni görmeyi ihmal etmeyin. Hemen yakınındaki Paşabağ(ları) ya da eski adıyla Keşişler Vadisi’nde çok sayıda peribacası var. Vadi adeta peribacalarının oluşumunu anlatan bir açık hava müzesi gibi. Yanındaki tepeye çıktığınızda, fotoğraf makinenizle çok güzel görüntüler yakalayabilirsiniz.
Uçhisar’da lezzetli yemekler için Elai Restoran’a uğrayabilirsiniz. Kayalara oyulmuş tarih ya da Erciyes manzarasında bir süre daha kalmak isterseniz, restoranın pansiyonunda konaklayabilirsiniz. Ürgüp’te ise, İstanbullu Nuray Hanım’ın zevkle döşediği üç katlı Ziggy’s parmak ısırtan cinsten yemekler sunuyor. Hele bir Ziggy’s tatlısı var ki, tadılması şart.
REYAN TUVİ
XANTHOS VADİSİ
Likyalılar da bu tepeden Eşen Çayı’nı seyretmişti
Bu mevsimde Likyalılar’ın ülkesini hayal edince, yemyeşil doğada sessizliğe gömülmüş kalıntılar geliyor aklıma. Rüzgar, en sıradışı kokuları ortaya çıkaracak kadar serin, tatlı tatlı esiyor şimdi Xanthos Vadisi’nde.
Fethiye - Kalkan arasında uzanan bereketli vadinin en sarp kayalıklarında yerleşimler kuran, görkemli mezarlar yapan Likyalılar’ı tanımak için sonbahar iyi bir mevsim. Yolu sapa olduğundan, buralara fazla turist uğramıyor. Xanthos Nehri yani bugünkü Eşen Çayı boyunca uzanan yol üzerinde, Likyalılar’ın kentleri sıralanıyor. Bazıları henüz tam olarak ortaya çıkarılmamış.
Xanthos Vadisi, arkeoloji ve tarih meraklıları, tırmanışı ve keşfi seven serüvenciler için cazip rotalardan. Tepedeki Xanthos kentinden vadiyi seyredebilir, Tlos’ta Bellerophon’un mezarına tırmanıp, Yedi Kapı’daki antik hamamlardaki su sesini dinleyebilirsiniz. Pınara’yı ve kızıl kayaya oyulmuş akıl almaz mezarları görüp, Xanthos’tan Patara Plajı’na beş saatlik kano yolculuğu yapabilirsiniz. Yakaköy’de defne yapraklı, nar ekşili alabalık yiyebilir, gizemli Sidyma’yı gezip, Patara kumullarında günbatımını seyredebilirsiniz.
Antik çağda, sıradışı bir demokrasi anlayışına sahipti Likya Birliği. Önemlerine göre, bir, iki ya da üç oy kullanabilen, 23 üye kenti vardı. Bunların arasında, Xanthos, Patara, Pınara ve Tlos kentleri üç oya sahipti. Kentlerin zarif yapıları, mezarları 2 bin yıl boyunca defalarca yağmalandı. Ölüler takılarıyla gömüldüğü için defineciler mezarları tahrip etti. 1842’de İngiliz seyyah Charles Fellows, taşınabilecek bütün eserleri, iki ayda, HMS Beacon gemisine yükleyip İngiltere’ye götürdü. Xanthos kentine ait birçok önemli parça bugün British Museum’da sergileniyor. Kent geçmişte de birçok trajediye tanık olmuş. M.Ö. 545’te kenti kuşatan Persler, şehrin tüm kanallarını kesip, halkı susuz bırakınca, teslim olmanın kaçınılmazlığını fark eden Likyalılar, bütün eşyalarını akropole yığmış, kadın ve çocuklar kendilerini ateşe vererek yakmış. Erkekler ise ölümüne savaşmış. Soykırımdan sadece, savaş başladığında kent dışında bulunan sekiz aile kurtulmuş. Bu olay M.Ö. 42’de, Brutus kenti ele geçirince tekrarlanmış. Sonrasında Roma İmparatorluğu zamanında refah içinde yaşanmış.
Antik kentin (08.00- 17.30 arasında açık) girişine yakın iki anıt var: Roma İmparatoru Vespasianus anısına yapılan kemerin kalıntıları ve Helenistik Kapı. Kentin sembolü olan iki Likya anıtı, Likya akropolüyle Roma agorası arasındaki bölgede. Harpy Anıt Mezarı’nın önemli bölümü British Museum’da. Yerine alçı kopyası konulmuş. Duvarlarındaki figürler, öykü anlatan rölyefler dikkat çekici. Yanındaki sütunun üzerinde, M.Ö. 3. yüzyıla ait, Likya tipi lahit var. İçinde, başka bir yerden getirildiğine inanılan, cenaze törenini anlatan bir kabartma bulunmuş.
Agoranın kuzeydoğusundaki Yazıtlı Pilye’de (Xanthos Obelisk) 250 satırlık, bilinen en uzun Likya yazıtı bulunuyor. Hint - Avrupa ailesinden Likya dili bu yazıt sayesinde çözülebildi. Pilye’deki 12 Grek dizesinin yardımıyla, Khrei adlı bir komutanın savaştaki başarılarının övgüyle anlatıldığı ortaya çıkarıldı.
Roma Tiyatrosu’nun arkasında Likya Akropolü var. Buradaki kare bina kalıntılarının, Persler’den önceki saraya ait olduğu sanılıyor. Helenistik, Roma ve Bizans kentine ait yerleşimler otoparkın doğusunda. Tabanı mozaik kaplı Bizans Bazilikası son kazılarda ortaya çıkarıldı. Tepenin üzeri Roma akropolü. Daha da doğuda, patikadan yarım saati aşan bir tırmanışla, yamaca oyulmuş, Likya ev tipi mezarlara varılıyor. Üzerlerinde dansöz,
aslan,
boğa ve domuz avlayan savaşçı gibi kabartmalar var.
Yola çıkarken fotoğraf makinenizi yanınıza almayı unutmayın...