Güncelleme Tarihi:
Türk dizilerinin farklı kıtalarda onlarca ülkeye satıldığı, Türk filmlerinin dünya pazarında saygı görüp ödüllerle taltif edildiği, yüzleri güldüren bir dönem bu. Fırat Çelik, Rıza Kocaoğlu, Berk Hakman, Mert Fırat ve Mete Horozoğlu gibi aktörlerin duruşuna bakınca, yaşananlar tesadüf de değil sanki. Vogue dergisi, bu cool erkekleri aynı sayıda buluşturdu.
FIRAT ÇELİK: Yeşilçam’da ne kadar film varsa izledim
Fırat Çelik, şu sıralar “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinde, cezaevinde işlediği hataların bedelini ödemekte olan kasaba balıkçısı Mustafa’yı canlandırıyor. Mustafa, aile ve çevre baskısından dolayı hem sevdiği kadının hayatını kaydırmış hem kendi hayatı kaymış zavallı bir tip. Tecavüze uğramış çocukluk aşkına sırt çevirdi, onun mütecavizleriyle para karşılığı işbirliğine girdi; ruhen süfli bir karakterin yapabileceği ne varsa yaptı.
Çelik’se, çekime elinde akustik gitarıyla gelmiş, 1981’de Almanya’da doğmuş, Türkiye’deki ilk iki yılı sayılmazsa ömrünün tamamını Paris’te geçirmiş, kurduğu iki cümleden birinde mutlaka “pozitif” kelimesi geçen, yürüyüşünde, bakışında, ses tonunda, her haliyle ışıklı ve en olumlu anlamıyla “hafif”, Mustafa’ya fena halde “Fransız kalması” icap eden biri.
Fransa’da ekonomi okurken, barmenlikten inşaat işçiliğine bir dolu işe girip çıkmış. Adını dilinden düşürmediği yönetmen Thierry Harcourt’la tanışması, hayatının direksiyonunu oyunculuk istikametine kırmasına neden olan dönüm noktası. Onunla geçirdiği bir buçuk senelik eğitim süreci, oyunculuğu da kendi özünü de anlamasına ve sevmesine vesile olmuş.
Türkiye’ye gelmeden önce, baştan sona doğru dürüst tamamladığı tek bir Türkçe cümle kurmamış olduğunu öğrendiğimde hayretlere gark oluyorum. Hani anne babadan gelen kulak aşinalığıyla grameri oturtmak bir yere kadar mümkün olabilir de, Fırat Çelik, konuşurken “hercai” gibi kelimeler kullanıyor. Maazallah bir gün oyunculuğu bırakmak zorunda kalırsa, mütercim tercümanlığı denemesini salık veriyorum; belli ki bu konuda müthiş bir yeteneği var.
Yüzü nasıl olabiliyorsa, daha da aydınlanıyor: “Arkadaşlarım da çok şaşırıyor, takdir ediyorlar, çok seviniyorum bunu duyunca, çok... Mustafa gibi bir karakter canlandırıyorum bir de düşünsene. Tipik bir Türk erkeği olması açısından da, kullandığı dil açısından da zordu. Geldiğimden beri Yeşilçam’da ne kadar film varsa gözden geçirdim. Kim varmış, kim ne oynamış... şerif Gören’le çalıştık, düşünsene...”
RIZA KOCAOĞLU: Sistemin içinde kaldım, oyunbaz oldum
1979’da, doğup büyüdüğü, Dokuz Eylül Üniversitesi Oyunculuk Bölümü’nden mezun olduğu ızmir’den ıstanbul’a gelişi ile çalışma hayatına dalışı bir olmuş. Rol aldığı ilk film, Çağan Irmak’ın da ilk yönetmenlik tecrübesi olan “Bana şans Dile”. Hayat, filmin adını komut telaki etmiş olsa gerek, film hakikaten şanslı gelmiş.
Tiyatro DOT ekibinin “Kürklü Merkür” projesinde, en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Afife Ödülü’ne layık görülen performansı, izleyen için unutulabilir bir şey değil. Hem “Ezel” dizisinde hem de Yavuz Turgul’un yönettiği “Av Mevsimi”nde canlandırdığı “karanlık” rollerin ardından onu bu aralar, tadından yenmez bir karakterde izliyoruz. “Kuzey Güney” dizisinde, “Ah şurada olsa da iki kadeh tokuştursak” dedirten Ali...
“Bir şey olmalı, bir şey yapılmalı duygusu liseden beri hep vardı bende. Bir bilincin yok ama bir şey yapmak istiyorsun. Bende önce pratik vardı, teoriyi sonradan alma durumu oldu. Okulun bittiği yıl, Göztepe sahilinde oturup Körfez’e bakarken artık kendimi Truman Show’da gibi hissediyordum. Artık bu stüdyodan çıkmam ve bağırmam gerekiyor hissi... Engels’in lisede okuduğum, aslında o zaman yeterince algılayamadığım ama galiba özünü kaptığım kitabı var: Tarihte Zorun Rolü... Zor insanı aslında geliştiren, yetiştiren ve evrene katkısı olmasını sağlayan bir şey diye, yatak varken yerde yattığımı biliyorum! Zorla büyüdük, kolaya erene kadar daha zorla daha da büyüyebiliriz gibi, beni motive eden bir durum o. ızmir’in o atıl dediğin halinden birazcık beni çıkartan da o ideolojik inanç.”
Bir an durup, düşünüp, kendini yakalamışçasına gülüyor: “ıdeolojik inanç biraz tezat oldu ama? Anladın işte... Kişisel olarak baktığımda benim ilkgençliğim 90’lara denk geliyor. O dönem çok karmaşık ve her şeye müsait bir 10 yıldı. Orda neyi tercih edeceğin çok önemliydi. ılk seçimime tutundum. Belki futbolcu olabilirdim, onda da yeteneklerim kısıtlıydı. Çok daha sert şeyler yapmaya belki de cesaret edemedim. Sistemin içinde kaldım, kalınca da oyunbaz oldum.”
BERK HAKMAN: Beni psikolojik açıdan zorlayan roller istiyorum
Berk Hakman, bu aralar “Sleepers” filminin Türk uyarlaması olan “Suskunlar”da, sert mizaçlı, karizmatik, gizemli bir polis olan Gurur Kutay karakterini canlandırıyor: “TıMS’le üçüncü işim bu. ‘Suskunlar’dan iyi bir şey çıkacağını tahmin ediyordum. Oyuncuya çalışma imkanı veren bir karakter. Sizi psikolojik olarak gitmediğiniz noktalara götürüyor. Normal bir insan değil, psikolojisi parçalanmış, hastalıklı falan... Her dizide bir jön durumu var ya; genelde dizilerde bir adamımız, bir kadınımız olur; bunlar birbirine aşıktır; bunun için de kaşının gözünün güzel olması yeter ya, bu öyle bir rol değil. Zaten genelde, yarın bir gün ölürsem, oyunculuk yaptığımı hissettirecek projeleri seçmeye çalışıyorum. Fiziksel olarak zorlasın, psikolojik olarak zorlasın, beni çalıştırsın yani. Yoksa elim cebimde gideyim de cümlelerimi söyleyeyim; öyle işi yapma daha iyi.”
Berk Hakman, 1981’de Ankara’da doğmuş, yedi yaşındayken taşındıkları, 18 yaşında ayrıldığı Adapazarı’nda, o meşum depremi yaşamış biri. Belki de bu yüzden, planlarını sorduğunuzda gülerek omuz silkiyor. Erkin Koray’ın Yeraltı Dörtlüsü grubunun gitaristi Ataman Hakman’ın oğlu olduğu ve müziğin içine doğduğu, ninni niyetine Pink Floyd ve Beatles dinlediği için, kurmuş olduğu bir hayal varsa da oyunculuktan ziyade müzik üzerine. Bas, klavye, piyano ve trompet çalıyor. Ve oyuncu oldu diye müzikten vazgeçmiş değil: “Başlarda oyunculuk aklımdan bile geçmiyordu. Turizm okumaya başladım zaten; başlamak zorunda kaldım. Biz de herkes gibi ÖSS mağduruyuz. Türkçe, matematik, sosyal, şu, bu... Antalya’da turizm okurken bir ilan gördüm, ‘Üniversitenin tiyatro kulübü toplanıyor’ diye. Zaten canım sıkılıyor; depremden sonra gitmişim, yalnız başıma gitmişim... Tam depresyondayım. şuna bir takılayım dedim. Oraya takıldıktan sonra da gerçekten o dünyadan ayrılmak istemedim. Üçüncü sınıftayken, şansımı deneyip Mimar Sinan’a girdim. Grafik öyle eğri büğrü gitti yani: Müzik, turizm, tiyatro...”
MERT FIRAT: O çapkın tipleri sıtkım sıyrılacak kadar oynamadım
Ankara’da 1981 yılında içine doğduğu ev, sanatla haşır neşir bir ev. Babası Nihat Fırat, Ankara Radyosu ve TRT sanatçılarından. Buna rağmen, sanatçılık meşakkatli iştir, oğulları role hazırlanmak için değil, açlıktan nefesi kokar da zayıflar düşüncesiyle Mert Fırat’ın oyunculuk hevesine hiç de sıcak bakmamışlar başlarda. Bu sebepten ortaokul itibarıyla kafasına koyduğu oyunculuk niyetini, ilk başta biraz ertelemek durumunda kalmış Mert Fırat. “Gibi yapmış” demek, belki de daha doğru. Zira hem aşkının peşine düşerek hem de radyo-televizyon okumak üzere gittiği ısveç’te, başka bir dalda okurken bile, kafasında bugün yapacağı işleri kurmaktaymış:
“Hayalini kurduğum gibi çıktı her şey, hatta hayalini kurduğumdan daha fazla... O zamanki tahayyülüm şuydu: Sürekli oyun oynayabileceğim bir durumun içinde kalmak. Çocuk olmayı unutmamak özetle. O bir lüks çünkü. Hani çocukken verilen o haklar var ya: ‘Çocuktur, ne yapsa yeridir’ denilen şeylerin ömür boyu devam edebildiği tek mecra oyunculuk galiba.”
Mert Fırat’ın Türk seyircisi tarafından geniş kitlelerce tanınması, “Binbir Gece” ve “Kapalıçarşı” dizilerindeki “sevimli çapkın” imajıyla oldu. Bunun üzerine bir kariyer boyu o tipin ekmeğini yemek dururken, önce “Başka Dilde Aşk”ta sağır dilsiz bir aşığı, akabinde de ensest faili, ruhu kararmış bir babayı canlandırdı:
“Aslında sıtkım sıyrılacak kadar uzun süre oynamadım o çapkın tipleri. ‘Binbir Gece’deki çocuk, çapkın değil de serseriydi daha çok. Bu çapkınlık durumu esas ‘Kapalıçarşı’dan kaldı. Çünkü ordaki, tam ailemizin çapkını dediğimiz, milli matkap modeli bir karakter. O dönem o çapkınlık halleri çok ön plana çıkmaya başladı. Ben ondan da çok fazla rahatsız olmadım aslında ama Türkiye’de her şey tekdüzeleşmeye çok müsait. Çünkü ne yazık ki benzeten bir algıyla yaşıyoruz hayatı. Bir şeyi anlamak için bir şeyi bir şeye benzetecek illa. Böyle kodlarla yaşayan bir ülke, ne yazık ki çok çabuk yafta yapıştırıp hızlıca paketliyor seni. Bu çok kolaycı bir şey. Ben buna müdahale etmek istedim. Anlatmak istediğim hikayeler vardı. ılksen’le yollarımız o arada kesişti. ‘Sizden Küçük Bir Ricamız Var diye bir film çekeceğiz mümkünse bu yaz. Onur Ünsal, ınan Ulaş Torun, Berrak Tüzünataç; şimdilik böyle isimler var filmde. Aslında 21. yüzyıl insanının meselesini anlatan bir kara mizah. Derdi internetin hayatımızdaki etkisi.”
METE HOROZOĞLU: Niye senin zamanında kopuyor kıyamet, kendini önemseyen eşek!
1975’te doğduğu Ankara’dan, ilkokulu bitirdiğinde Yalova’ya taşınmışlar. Okuduğu ortaokul, Yalova depreminde yerle bir olmuş. Liseyi Karamürsel’de ticaret lisesinde okuduğunu, liseden sonra tekrar Ankara’ya döndüğünü, üniversite sınavıyla Hacettepe’nin muhasebe bölümüne gittiğini, arada, bir arkadaşının peşine takılarak yollandığı Antalya’da otellerde çalıştığını anlatıyor. 1997’de Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde konservatuvara girene dek, bu taraklarda pek bezi yokmuş:
“Ne yapsam diye dolanırken, ablamın bir arkadaşının dublaj stüdyosuna figürasyon için birileri aranıyordu, öyle rast geldi. Murat Atak abimiz ‘Tiyatroya da figürasyona gel, para kazanırsın’ dedi, gittim. Ulus’taki Büyük Sahne’de o tozu yutmuş bulundum. Bu iş nasıl yapılır, dedim; konservatuvar dediler. Eskişehir’e girdim, öyle başladı.”
Bizim seyircimizin naif bir tarafı vardır. Dizide gördüğü karakterle seslenir sana sokakta. Mete Horozoğlu da küçük, sosyal konulara dokunduran, mahalle hikayelerini seviyor: “Ben bu topraklardan memnunum, her şeyin farkına vardırtıyor insanı. Kötü bir şey gibi anlatılıyor ya, kahve köşelerinde siyaset konuşulması falan. Hepimiz futbol bilirkişisiyiz, hepimiz şairiz, roman yazarıyız, hepimiz politikacıyız haline hayıflanılır hani. Ne kadar güzel bir şey aslında. Herkes konuşuyor meseleleri demektir. Ne var ki bunda? Bugün futbol konusunda yaşanan hadiseler, 15 sene önce kahvelerde konuşuluyordu. Herkes kimin kime ne para verdiğini bilirdi. Tiyatroda da hep öyle olur. Rakı masalarında neler kurtarılır neler. Tiyatrodan başlanır, sonra memleket... Uzayı kurtarmaya giderken, ‘kim kimle ne yapıyor’a takılıp, ‘E, akşam yalnız mı yatacağız’a bağlar mevzu. Olmadı, yanındakiyle kavga etmeye başlarsın. Ertesi gün de hiçbir şey çözemeden hayatın devir daimine katılırsın yine. Ne yapacaksın o zaman; kendine iyi bakacaksın, bahçeni temiz tutacaksın. Yoksa ben mi geldim dünyanın tasasını, derdini çekmeye? Hep insanın kendini fazla önemsemesiyle ilgili bunlar. Kıyamet senaryoları bile öyle. Habire kıyamet paniği, paranoyası. Niye hep senin zamanında kopuyor kıyamet, kendini önemseyen eşek? Yüz sene önceki metinlere bakıyorsun, orada da kopuyordu hani?”