Güncelleme Tarihi:
Her işi son dakikaya bırakmak! Bilmem farkında mısınız, toplum olarak böyle bir alışkanlığımız var. Taa çocukluktan başlıyor bu.
Sokakta oynarken çişini son dakikaya kadar tutan çocuk, ancak geri dönülmez noktaya gelince çalar evin kapısını, kapı açılıncaya kadar da iş işten geçer çoğu zaman.
Okulda da öyleyizdir. Hangimiz imtihana bir hafta önceden hazırlanmışızdır ya da ödevimizi iki gün önce bitirmişizdir? Eminim hiçbirimiz.
Güya en çok önem verdiğimiz sağlık konusunda da aynıyız. Doktora neredeyse ölürken gideriz.
Lafı şu yazı yazma konusuna getireceğim de giriş yapıyorum.
Her seferinde bu haftaki yazıyı üç gün önce yazıp bitireceğim diye söz veriyorum kendi kendime. Ben günlük siyasi yazı yazmadığım için bunu yapabilirim, ama neredeee... İllaki son dakika beklenecek.
Aradan geçen bunca seneye rağmen son birkaç ay öncesine kadar rüyalarımda dersimi çalışmadığımı görür, kan ter içinde uyanırdım. ‘‘Oh, rüyaymış’’ deyip rahatlar, tekrar uyurdum. Şimdi her gece yazıyı yetiştiremediğimi görüp yine kan ter içinde uyanıyorum ve bu sefer maalesef ‘‘Oh, rüyaymış’’ diyemiyorum, uykum kaçıyor.
Midemin sesi
Aslında benim hiç kabahatim yok. Her seferinde efendice masanın başına oturup kağıdı kalemi alıyorum elime. Tam yazmaya başlayacağım sırada midem aç olduğumu hatırlatıyor. Aç ayı oynamaz da aç Pakize yazı yazabilir mi? Yazamaz tabii ki. Kalkıp bir şeyler atıştırmak lazım. İyi de ben öyle ıvır zıvırla karın doyuramam ki. Ne zamandır da canım etli biber dolması istiyordu. Bugün tam sırası. Biberin yanına kabakla patlıcan da doldurayım, ondan sonra oturup yazımı yazarım diyorum.
Aklımdan geçeni hayata geçirmem için haliyle iki üç saatlik bir zamana ihtiyacım oluyor.
Neyse dolmayı aştıktan sonra yeniden yazmaya oturuyorum. Oturuyorum da konu yok ortada. Acaba ne yazmalı? Şunu yazsam başım belaya girer mi? Bunu yazsam falanca darılır mı? Şu konu çok mu hafif kalır? Annem ne der? Derken aklıma birden mutfak dolapları geliyor. Şimdi aniden bir misafir gelse, yolu mutfağa düşse, dolapları açıp baksa birbirine girmiş tencereleri görse ‘‘Bu ne pasaklı kadın’’ demez mi, der. ‘‘Ben en iyisi şu dolapları bir düzene koyup öyle oturayım’’ diyorum ve birkaç saatimi de tencereleri, tabakları boy sırasına göre üst üste dizmeye harcıyorum. Bu işi de bitirdikten sonra artık gönül rahatlığıyla yazımı yazabilirim.
Eyvah! Camlar...
Tam başlayacağım, aman Allahım! Camların haline bakın, buzlu cam gibi olmuşlar, dışarısı görünmüyor. Şimdi ben bu camları görmezden gelip de yazı yazabilir miyim? ‘‘Sen daha evini çekip çeviremiyorsun’’ demezler mi adama? Mecburen istemeye istemeye (!) camları siliyorum. Konu komşu alıştı bu duruma, beni elimde bezle camda görünce ‘‘Kolay gelsin, yazı yazıyorsunuz galiba’’ diyorlar.
Ben böyle sile parlaya akşamı ediyorum. Yazıyı belki yetiştiremeyeceğim ama olsun, ev pırıl pırıl oldu.
Akşam kardeşim işten geldiğinde beni bitap vaziyette yatarken buluyor. Kapıdan girer girmez ilk lafı ‘‘Yazıyı yazdın mı?’’ oluyor. Sanki evi kardeşimle değil, öğretmenimle paylaşıyorum. Henüz yazmadığımı ama onun yerine lavaboları daha parlak göstermenin bir yolunu keşfettiğimi anlatıyorum ballandıra ballandıra. Geçenlerde dayanamayıp ‘‘Abla, aynı ‘Elektrikler kesildiği için dersimi çalışamadım’ diyen çocuklar gibisin, korkarım yakında tebeşir tozu yutup ateşini de çıkartırsın sen. Hem hayatına durmadan yeni sendromlar katmandan bıktım artık’’ dedi.
Doğru söylüyor. Yıllarca ya sahnede sesim çıkmazsa sendromu yaşadım, şimdi de ya yazı yetişmezse ya yeterince iyi olmazsa gibi sendromlar yaşıyorum.
Bu arada (İsterse nöbetçi eczaneleri yazsın) iki satır yazan herkesin karşısında saygıyla eğiliyorum, gerçekten zor iş.
Yukarıda saydıklarımın dışında beş kola, iki kahve, üç meyve, sekiz çay molasından sonra yazıyı fakslamama birkaç saat kala nihayet bitiriyorum. Tam oh, çekecekken aklıma ertesi gün diğer yazıyı yazmam gerektiği geliyor.
Bu sefer karnıyarıkla pilav yapacağım. Bir de yeni katkılı bir deterjan çıkmış onunla beyazları yıkayacağım. Bakarsınız aniden ‘‘Gösterin beyazlarınızı’’ diye kapıya dayanıverir.
Mış, muş köşesi
I. Dünya Savaşı’nda görülen ve 1928’den beri görülmeyen derin uyku hastalığı İngiltere’de hortlamış. Uyuyan uyanmıyormuş.
Ben bu konuda kendimi feda etmeye hazırım. Gidip bunun virüsü mü var, nesi varsa kapıp geleceğim. Burada bazı insanlara bulaştıracağım. Memlekete benim de bir faydam olsun.
Türkiye’deki sıcak hava çıldırtıyormuş.
Deliliğimize kılıf aramayalım. Şurada üç kişiyiz, birbirimizin soğuk havalardaki halini de biliriz.
Vücuttaki tüm aktiviteleri kaydederek teşhisi kolaylaştıran tişört geliştirilmiş.
Şunun bir de şapkasını geliştirseler de şu siyasilerin kafalarına koyup aktiviteleri bir çırpıda anlasak, kürsüde uzun uzun atıp tutmalarına hacet kalmasa.
Türk Standartları Enstitüsü Kurumu Başkanı, 7 sülalesini ve 248 hemşehrisini işe almış.
Çok iyi yapmış. Adı üstünde, Türk Standartları Enstitüsü. Tabii ki çalışanların da bir standardı olacak. Ne o öyle çeşit çeşit sülalelerden bir sürü değişik adam?
Devlet kayıp arazilerini bulmak için vakıf kurmuş.
Vakıf ne yapacak? Kapı kapı dolaşıp ‘‘Affedersiniz, bizim 500 m. boyunda, 200 m. eninde bir arazimiz vardı. Kendisinden haber alamadık, gördünüz mü acaba’’ diye soracak herhalde.
İki okumuş kadından biri dayak yiyormuş.
Şimdi dayak yemek istemeyen okumuş her kadın, illaki yanında dayak yiyen okumuş bir kadın mı bulunduracak?