Güncelleme Tarihi:
‘‘Şimdi racon mu kaldı?’’ dedi yaşlı adam. Başını çevirdi, ‘‘Ne karıştırıyorsun eski defterleri?’’ der gibi tepeden bir bakış fırlattı...
O an yüz hatlarında bir değişiklik oldu. Bir mutluluk esintisi geldi; aynı hızla geçip gitti. Geçmişi hatırlamıştı, yıllar öncesini, kabadayılık yaptığı günleri...
- Ne racon kaldı artık, ne de kabadayı. Adamın hiçbir icraatı yok, çevre yapıyor. Nezarete bile düşmemiş adam büyük isim sayılıyor.
Kravatlı bir emekliydi artık. Altındağ'daki kahvenin önüne sandalyesini atmış, arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Yaşamı oradan gözlüyordu; olup biteni deneyimlerinin penceresinden anlamaya çalışıyordu.
Etrafta kavramlar uçuşuyordu; kabadayı, delikanlı, yiğit, baba, mafya, ganster ve de çete... Bir delikanlılık muhabbetidir gidiyordu. Sanatçılar, Mahsun Kırmızıgül ile Alişan, ‘Kim delikanlıdır?’ı tartışıyorlar; sanatçı Selçuk Ural, kızı Aslı'nın, Fransa'da, Alaattin Çakıcı ile birlikte yakalanması üzerine ‘racon’dan dem vuruyordu:
YUMURTA ÖKÇE PABUÇ GİYMEZLERDİ
- Bu delikanlılığa sığmaz. Ben hiçbir zaman arkadaşımın kızıyla birlikte olmam.
Ne çok konuşuluyordu, ‘racon’ son zamanlarda? Yeraltı aleminin emektarı Dündar Kılıç, sık söz eder olmuştu raconun kalmadığından. Hani ne diyordu Attila İlhan bir şiirinde?
‘‘Bir kere bozulmasın racon Bıyığı terlememiş itler Sokakta yol keser artık..’’
Devir o devirdi. Ne kabadayı kalmıştı, ne de onların raconları! Yazar Rauf Tamer, kabadayıların son dönemlerine yetişmiş; çocukluğunda tanıdığı o insanları özlemle yadediyor:
‘‘Mahallenin kızlarına laf atanlara haddini bildirecek, semte güven verecek yahut ihtilafta gayet ağırbaşlı racon kesip hakem olacak bilekli ve yürekli delikanlılar bizi terkedip gittiler. Onları çook ararsınız. Onlar bulundukları semtin, mahallelerin bir süsüydü, bir nevi teminattı orada oturan sakinler için...’’
Böyle bakınca kabadayılık ile mafya aynı şey değildi. Kabadayılar ile günümüz çetecilerinin yanyana gelmesi imkansızdı. Tıpkı geçmişte kabadayılar ile külhanbeylerinin yanyana gelemeyeceği gibi...
‘Kabadayı’ deyince akla gelen ne geçmişin külhanbeyi, ne de bugünün ‘çete’cileriydi! Üstad Refi' Cevad Ulunay, eski kabadayılar hakkındaki en önemli kaynak olan eseri ‘Sayılı Fırtınalar’da kabadayılığı yüceltiyordu:
‘‘İstanbul'un eski kabadayılığı bir nevi şehir şövalyeliğidir.’’
Kabadayıların, Ulunay'ın deyimiyle ‘İstanbul şövalyeleri’nin, adına ‘racon’ dedikleri, kendilerine özgü yasaları vardı:
‘‘Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayırmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayak altına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar.’’
Ulunay, çoğunlukla kahveci, ciğerci, tulumbacı olan kabadayıların hürmetli, efendi insanlar olduğunu anlatıyor; bir yanlışı düzeltiyordu:
‘‘Neşeli adamlardır, zevk ehlidirler, bazılarının tasavvur ettikleri gibi sıfır kalıp fes, camavari yelek, sakız kuşağı, kıvrık paçası mor kadifeli bol pantolon, yumurta ökçe pabuç, boyun tarafı büzmeli siyah mintan giymezler. Herkes gibi giyinirler, hatta iyi terzilerden giyinirler, fakat ekseriya pardesüsüz gezmezler. Çünkü koltuk altında saldırma taşırlar. Bunu da bir çalım vesilesi yapmazlar.’’
Koltukaltlarında taşıdıkları saldırmaları kınlarından ne zaman çıkar? Genellikle bir kadını paylaşamadıkları zaman! Çünkü onlar, bakire kızların ‘‘Bu inci bir Dürn-rü-nâsüfte'dir’’ (delinmemiş inci) diye reklam edilerek sunulduğu paşalarla ayrı dünyada yaşıyorlardı! Onların kadınları, çoğu kez aşiftelerdi. Böyle bir güzele gönül verince, hemen racon devreye girerdi:
‘‘Ekmeği kessem yarım olur, kimi alsam karım olur.’’
O kadın artık başkasına namahremdi. Bir kabadayı o kadını bıraksa da arkadaşı yan gözle bakamazdı. Hatta kadın, ‘koltuk’ denilen randevuevinde çalışsa da durum değişmezdi. O kadın kabadayının arkadaşına düşmezdi!
Racon, anlaşmazlık hallerinde devreye girerdi. Osmanlı, racon kavramıyla 16.yüzyılda tanışmıştı. İtalyanca bir sözcük olan ‘ragione’(bölge)den gelen racon kavramının kökeni, Venedik sahillerine dayanıyordu. ‘Argo Sözlüğü’nün yazarı Hulki Aktunç, ilginç bulgulara ulaştığını anlatıyor:
‘‘Raconu, Fransızlar, İspanyollar ve Araplar da biliyor.
Çünkü gemiciler bu sözcüğü o dönemde bütün Akdeniz limanlarına taşımış. Dayılık ise tamamen Osmanlı müessesesi.’’
Yalnız Aktunç, kabadayıların ‘şövalye’liği konusunda, Ulunay'ın görüşüne katılmıyor. Onların böylesine efsaneleştirilmemesi gerektiğine inanıyor:
‘‘Şehir eşkiyasıdır bunlar. Otorite zaafından, hukuk sistemindeki boşluklardan yararlanırlar. O dönemde Osmanlı otoritesi, Celali isyanları nedeniyle zaafa düşmüştü. Kabadayılar da şehir celalileri olarak ortaya çıktı. Sonra da etraflarında birtakım efsaneler oluşturdular.’’
Şövalye mi, eşkiya mı? O değerlendirme bir yana, gerçekten kabadayılar, kendilerine göre bir hukuk, adalet anlayışı geliştirmişlerdi. Osmanlı ile muhitlerinde yaşayan insanlar arasında küçük çaplı otorite oluşturmuşlardı. Zaptiyelerle iyi ilişki kurmuşlar; kendilerini kabul ettirmişlerdi.
Tek dayanakları kendileriydi; güçlerinin kaynağı, bilek ve yürekti. Ne çeteleri vardı, ne de tetikçileri...
RACON KESME ADABI
Kabadayılar, anlaşmazlıklarının çözümünü kadıda ya da zaptiyede aramazlardı. Sorunu öncelikle aralarında halletmeyi yeğlerlerdi. Bunun yolu da bir tür ‘hakem heyeti’ne başvurmaktı. Buna ‘racon kesmek’ deniyordu.
Bir dönem, racon kesen heyet, Tophane'deki Zehir Ali'nin kahvesinde haftada iki gün toplanıyordu. ‘‘Racon kesenlerin bitaraf olmaları, kabadayılık hayatında falsoları olmaması, olgun ve tecrübe sahibi bulunmaları’’ olmazsa olmaz kuraldı. Kabadayıların sözüne itiraz edemeyeceği kişiler olmaları gerekiyordu.
Üç kişilik heyet, iki tarafı dinledikten sonra racon kesiyordu. Verilen kararın geçerli olabilmesi için iki tarafın da kabul etmesi gerekiyordu. Taraflardan ikisi de karara uymazsa, iş bileğe kalır; sorunlarını kavgayla çözerlerdi. Ama taraflardan biri kabul eder, diğeri kesilen raconu tanımazsa kabadayılığa aykırı bir durum doğmuş demekti. ‘‘Kabadayılık alemi’’, kesilen raconu tanımayanı ‘ayıplı’ sayar; ‘aforoz’ ederdi. Dışlanan kabadayının dünyası kararırdı.
Alemin dışına itilmek kabadayıların korkulu rüyasıydı. Güçlü bir sistem oluşmuştu. Bugünün kendi kuralını kendisi koyan ‘baba’larının, Osmanlı'nın kabadayılarıyla pek bir ilgisi yoktu...
Onlar, birbirlerini gördüklerinde şapur şupur öpüşmüyorlardı. Sağ ellerini göğüslerine vurup uzaktan selamlaşıyorlardı. İnançları farklıydı; ‘‘Hırsızlık ekmekten, kahpelik öpülmekten başlar’’ diyorlardı...
Kabadayı sözleri
En çok korkmaktan korkuyorlardı! Kendilerine ‘yiğit’ denilmesinden hoşlanıyorlardı. Yiğitlik üzerine söylenen atasözlerini kendilerine ‘‘yaşam düsturu’’ edinmişlerdi:
Yiğit olan yiğit ölür, adı kalır, alçağın neyi kalır?
Yiğitten korkma korkaktan kork.
Yiğit olan yüzüne tükürtmez, leşine tükürtür.
Güce, güçlüye saygı gösteriyorlardı. ‘‘Rüzgara tüküren yüzüne tükürür’’ diyor; bükemedikleri bileği öpmeyi salık veriyorlardı birbirlerine. Güce, bileğe tapınmalarına karşın, güçlerini adil kullanmak gibi bir problemleri vardı. Güç ve adalet ilişkisi üzerine de ‘kabadayı sözleri’ türetmişlerdi:
Güce dayanmayan adalet beceriksiz; adalete dayanmayan güç acımasızdır.
Kötülere baş olma, nankörle arkadaş olma.
Verirsen doyur, vurursan acıt.
Yiğit arkasından vurulmaz.
Öldürürüm diyenden korkma, ölürüm diyenden kork.
Yiğitte yara eksik olmaz.
Bu sözler, hayatın hemen her alanını kapsıyordu. Büyüklere saygı göstermeyene ‘‘Saygısız ağız anahtarsız açılır’’ hatırlatmasını yapıyor; dedikodu sevenleri, ‘‘Ayağını gevşek basma, boş laflara kulak asma’’ diye uyarıyorlardı. Osmanlı tokadından, dayaktan hoşlanıyorlar; ‘‘Başı baş eden ayak, ayağı baş eden dayak’’ diyorlardı...
Kabadayılık dersi
Zengin bir tulumbacı, oğluna ders vermesi için bir kabadayıyı tutmuş. Kabadayı, çocuğun karşısına geçmiş; ‘‘ilk dersimiz şu. İkimiz de parmaklarımızı birbirimizin dişlerinin arasına sokacağız, işaret verince ısıracağız’’ demiş. İşaret verince karşılıklı ısırmışlar. Çocuk, ‘‘ahh..’’ diye bağırmış. O zaman kabadayı, ‘‘Bak işte delikanlılığın ilk şartı budur. Acını belli etmeyeceksin.’’ Bu öyküyü, ünlü yazar Ahmet Rasim aktarıyor.