Güncelleme Tarihi:
Çaldıran’dan dönüşte hava kararmaya yüz tutuyor. Kara bulutlar saçak gibi yere uzanıyor, derken müthiş bir sağanak bırakıyor Van Ovası’na. Uzakta, karlı tepelere boran çöküyor. Şimşek ve yıldırımların kızarttığı karanlık dağlar muhteşem. Biz şehir çocukları, bu güzellikleri ancak Serengeti’den tanıyoruz. O da National Geographic’in belgesellerinden...
*
Van’da iki Laz köyü var, Dönerdere ve Emek. Toprak kayması sonucu köylerinden olunca, Devlet onlara bu bölgede yer göstermiş. Karadenizliler çok uyanık ve çalışkan olunca, köylerini kalkındırmışlar tabii ki. Ama bu ayrı bir hikaye.
Çocukları başka yere gitmesin diye ilkokuldan başlayarak, ortaokul, sonra lise yapmışlar köylerine. Yanlış bilmiyorsam, lise olan tek köy bu Karadeniz kökenli Vanlılar’ın...
Ama, istedikleri kadar okusunlar, artık Karadeniz’den göçeli üçüncü nesil mi, döndüncü nesil mi bilmem, hâlâ ... Karadeniz şivesiyle konuşuyorlar.
Liseyi bitiren öğrencileriyle çok övünüyorlar. Hatta içlerinden başarılı bir lise mezunu delikanlıyı İstanbul’a göndermişler:
- Tersaneye cönderdik oglani...
- Tabii ya, Karadeniz kökenli ya, gemi inşaatında çalışacak demek ki...
- Yok yak çalişmayacak, tersaneye gidecek tersaneye...
Üniversiteye hazırlık dershanesine gidecekmiş meğer...
*
Hakkari’ye giderken önce Kurubaş geçidinden (2225 metre) geçiyor, ardından Güzeldere geçidinden (2710 metre) aşıyoruz. Hava serin, ama zor nefes alıyor insan. Maaselef yolumuz uzun, vaktimiz dar, Hoşap Kalesi’ni ancak uzaktan seyrediyorum. Söz veriyorum kendime: Tekrar geleceğim!
MORAKEN KOLTUKLAR
Hakkari’nin fakirliğini, altyapısının halini anlatmasam daha iyi... Yollar delik deşik, kaldırım maldırım hak getire, fakir, fakir, fakir... Ama sarı yaldızlı T.C. HÜKÜMET KONAĞI bildiğiniz gibi. Dev bir bina, polisler, müstahdemler, çaycılar, Müdürler, Müdür Yardımcıları, Şefler, Şef Yardımcıları, sekreterler, korumalar, kırmızı halılar, bir memurun dediği gibi ‘moraken’ koltuklar... (Basına çatarken, biraz da bana geçirmek için, ‘Bu iş öyle İstanbul’da, moraken koltuklara kaykılıp atıp tutmaya benzemez!” diyor bana.)
Hakkari Vali Yardımcısı Sıtkı Zehin’e “Sayın Valim, maşallah, fakir memleketin zengin devleti...” diyorum, nezaketle gülümsüyor, ne desin!
Biliyorum, Devlet “gücünü göstermek” zorunda. Hâla oradayız!
*
Hakkari’de bir iki okul geziyoruz, kahraman okul yöneticileriyle, öğretmenlerle dertleşiyoruz. Size bir iki küçük not: Hakkari ilinde ilköğretimde 56 bin öğrenci var. Resim öğretmeni sayısı on; müzik öğretmeni sayısı...İKİ. Yani 28 bin öğrenciye 1 müzik öğretmeni düşüyor. Zaten öğretmen gelse kaç yazar, müzik aleti de yok.
*
Hakkari’yi kadar gelmişken, efsanevî HAKKARİ DAĞ VE KOMANDO TUGAYI’nı ziyaret etmemek olmaz. Sağolsun, Tugay Komutanı Tuğeneral Tuncer Erinemezler bizi kabul ediyor. Çay içiyoruz, sohbet ediyoruz. Bize askerlerinin kahramanlığını, nasıl gık demeden 50 kiloluk yükle dağ tepe savaştıklarını, görev dönüşü Şehitler Anıtı önünde askerleriyle nasıl kucaklaştıklarını anlatırken... Paşa’nın gözleri doluyor. Bir komutanın olarak böyle duygusallaşmasından utanır gibi, “Görevini, vatanını, milletini bu kadar sevmezsen, bu dağlarda görev yapamazsın!” diyor. Bize Mehmetçik Dersanesi’nde üniversiteye hazırlanan 612 öğrenciyi anlatıyor. Şehitler Anıtı’na kadar çıkıyoruz, bizim için canını veren çocuklarımıza bir dua da biz okuyoruz ve Zap Suyu boyunca aşağıya, Çukurca’ya yola koyuluyoruz.
TOZOTA
Çukurca güzel bir ilçe. Kaymakam Ünal Coşkun bizi krallar gibi ağırlıyor. Şehit Bilal Soybilgiç YİBO’yu geziyoruz, ilçede tek müzik öğretmeni bulunduğunu, onun da hâkimin eşi olduğunu öğreniyoruz. Çardak altında mükellef bir yemek... Hakkari’ye, oradan da Van’a 4 ½ saat yolumuz var, fazla kalamıyoruz.
Yine Zap Suyu ve yalçın kayalar bir sağımızda, bir solumuzda, artık bu sefer ‘teleferikle’ karşıdan karşıya ‘çekilen’ kadınlara takılmaksızın, gecenin karanlığında yolu aşan yengeçleri çiğnememeye itina ederek saat yarımda Van’a ulaşıyoruz.
*
Son bir anekdot, tadında bırakmak için kesiyorum. (Van’la ilgili bir iki lafım olacak, ama artık ayrı bir yazıda.)
Van’da bir YİBO’ya tayini çıkan genç öğretmen, örencileriyle tanışmak için her birinin adını, soyadını, yaşını, kaç kardeş olduklarını, babasının ne iş yaptığını filan soruyor.
Baban ne iş yapar? sorusuna öğrencilerin çoğu, ayağa kalkıp, aynı cevabı veriyor:
- Babam toz işindedir!
Doğu’yu tanımayan öğretmen 10-15 öğrenciden “Babam toz işi yapar!” cevabını alınca afallıyor, “Allah Allah, toz satarak ne kazanabilir ki bu insanlar?”
Öğretmenler odasında aydınlatıyorlar kendisini: Öğrencilerin ‘toz’ dediği ‘uyuşturucu’ yani ‘beyaz’dır.
Bu hikayenin sekiz on senelik mazisi varmış. Ama bugün bile, Vanlılar çok sevdikleri (yollar bu arabalarla dolu) ve nedense ‘beyaz’ rengini tercih ettikleri TOYOTA’ya ‘TOZOTO’ demeye devam ediyorlar !