Güncelleme Tarihi:
Yeşil, upuzun kavaklıklar geride kalıyor. Mağrur, dik başlı bir kalenin gölgesi üzerinize düşüyor. Uzaktan, kaleye sırtını dayayan kocamış konaklar, aşağıya doğru indikçe daha sadeleşen evler, çıplak boz rengi tepeler görünüyor. Konak balkonlarının dantel sütunlu korkulukları, doğu masallarından ödünç alınmışçasına estetik ve büyüleyici. Tepelere inen vadiler üzüm bağlarıyla, ceviz ağaçlarıyla kaplı; yekpare yemyeşil. Renkler bütüncül parçaları ayırıyor sanki; ağaçlar yeşil, şehir kahve, tepeler boz, kale siyah. Savur hiç kıpırdamayan bir manzaraymış da, ressam çizmeden önce tabloyu renklerle bölmüş gibi... Savur’un kalbine doğru ilerliyorum. Çarşı yolu az gider, uz gider; dolanır yukarıya, Devlet Mahallesi’ne çıkar. Sonunda şehrin en eski konağı vardır.
KUSURSUZ SALON TASARIMI
Savur’un en eski konağı, Hacı Abdullah Bey’in adını taşıyor. Torunu Abdulhalim, alçakgönüllü, konuksever. Ağustos böceklerinin durmaksızın ıslık çaldığı, kapkaranlık bir gecede, yokuşun sonundaki düzlüğe aracımızı bırakıp konağa yöneliyoruz. Rehberimiz ev sahibi Abdulhalim.
1850’de inşa edilen yapının büyük sofasına giriyoruz. Duvar kenarları boyunca yerleştirilmiş divanlar, salonun tasarımındaki sanat ve simetri, değerli eşyalar, zengin armağanlar, bey konağında bulunduğumuzu yeniden anımsatıyor. Şatafatlı duvar süslemeleri renk renk, kat kat tavana yükseliyor. Kusursuz tasarımla döşenmiş salon baş döndürücü: Dört bir yanı nakışlarla bezenmiş, üzerine dantelli örtü kondurulmuş, altın yaldızlı bardaklar dizili, gömme ahşap dolaplar, koltuk başları asa gibi kıvrımlı yaslanacak kısımları desenli koltuklar, kimisi kırmızı kimisi ak kare kırlentler, buhurdanlıklar, içeriyi fazlasıyla aydınlatmaya yetecek sık pencereler... Bir yandan salonu seyretmek, bir yandan etraftaki eşsiz parçaların ne işe yaradığını anlamak için evirip çevirmek, diğer yandan ise ev sahibinin anlattıklarına kulak kabartmak ne kadar zor!
SANDIKTAN TAŞAN HAYATLAR
Kömürlü ütüler, müstesna perdeler, yukarılara asılmış farklı renklere boyalı vitray tabloları başım dönmüş halde seyretmekten pek oturmaya vakit bulamadım. İlk bakışta sade, dikkatli gözle sanat işi sedirler, cevizden koltuklar hâlbuki ne hoştu... Yerdeki geniş halı el dokumasıymış. Üzerine basmaya kıyamıyor insan. Ortada büyücek bir ateşlik, hem ısınma, hem aydınlatma için kullanılmış. Salonun tavanı bambaşka bir sanat ve emek harikası. Her tarafı ahşaptan farklı parçaların bir araya getirilmesiyle yapılmış tavan donanımı, bakımsızlıktan yere düşmüş birkaç söküntü dışında hâlâ seneler önceki ilk halini koruyor. Böylesine bir emek harikasının aylar süren çalışmalar sonucunda yaratıldığını öğrendim. Avize, göz kamaştıracak ölçüde içeriyi ışıklandırıyor. Salonu gezerken ince uzun vitrinin önünde duruyorum. Ev sahibi vitrinin ampulünü yakıyor. Küçük sandık dolusu eşyalar, uzun yıllar dolusu hikâyeler beni karşılıyor. Önce eşyaları sıralayayım: gümüş tuğra kesesi, mücevher kutuları, yine gümüş tütün tablası, zincirler, ziynetler, binlik tesbih. Hepsinde ayrı bir hikâye saklı.
DOYASIYA YAŞAMA ARZUSU
Gitme zamanı gelmişti. Biraz daha kalmamızı isteyen konuksever ev sahiplerimizin ellerini sıkıp teşekkür ederek, vakit geçtikçe serinleyen bir ağustos gecesinde konaktan ayrıldık. Arkamda eşyalar, insanlar, hikâyeler, kısaca bazı hayatları bırakmıştım...
Radyoda “Biliyorsun” şarkısı çalıyordu. Kapattım. Gönül salıncağının iplerini çözdüm. Hafızamda ölümsüz yaşanmışlığın, hayatı doya doya yaşama arzusunu üfleyen güçlü nefesi vardı.
İSYANI BASTIRMAYI ÜSTLENDİ ALTIN MÜHRÜNÜ PAŞAYA HEDİYE ETTİ
Zamanın önde gelen vezirlerinden Mustafa Reşit Paşa bir gün Savur Beyi ve konağın banisi Abdullah Bey’i makamına davet ediyor. Doğuda isyanların birbiri ardına patladığı o dönemde Bedirhan Paşa isyan etmiş. Paşanın Savur Beyi’ni çağırma sebebi bu. Abdullah Bey görevi kabul ediyor. Önüne bir belge koyuyorlar taahhütünü resmileştirmek için. Altın mührünü basıyor, sonra bu mührü paşaya hediye ediyor. Karşılığında paşa da ona özel gümüş mührünü veriyor. Vitrinde özene bezene saklanan şu gördüğüm gümüş mühür, meğer Mustafa Reşit Paşa’nın armağanıymış.
ÖNCE İDAM KARARI SONRA BEYLİK UNVANI
Mardin yöresinin bağlı olduğu Bağdat Beylerbeyi günün birinde silahlı adamlarını Savur’a göndermiş. Atlılar konağa vardıklarında akşam vaktiymiş. Girişteki müştemilata atlarını bağlamışlar. Namı Bağdat’a ulaşan Abdullah Bey’i, apar topar götüreceklerini söylemişler. Bey, silahlarına davranan adamlarını durdurmuş, giyinip kuşanıp kapıda bekleyen atlılarla yola çıkmış. Gece yarısı Beylerbeyi’nin konakladığı yere varmışlar. Abdullah Bey, huzura çıkarılmış. Beylerbeyi demiş ki: “Senin hakkında karar verdim. İdam edileceksin. Şimdi mi idam edilmek istersin, sabah mı?” Abdullah Bey, “Madem idamımı uygun gördünüz, o halde derhal” deyince Beylerbeyi, beyi bağışlamış, cesaretinden ötürü takdir ve tebrik etmiş. Mükâfat olarak Savur ve çevresinin tamamının idaresini ona vermiş.