Güncelleme Tarihi:
Maçka’da oturmuş Yıldız Tilbe’yi beklerken, kendinden önce sesi ulaşıyor mekâna. Buluştuğumuzda, ne çok arabadan şarkılarının yükseldiğini söyleyeyim, sevinir diye düşünüyorum. Meğer, mekânın tabelasını ağaçlar kapattığı için, randevulaştığımız yeri bulamayıp bir aşağı bir yukarı dolanan onun arabasıymış zaten!
İçeri giriyor ki minyondan öte, kibrit gibi bir kadın. Sandalyeye, ayakkabılarını masanın altında bırakıp bacaklarını kucağına çekerek oturuyor. Kocaman gözleri, özellikle müzikten ve aşktan bahsederken öyle büyüyor ki yüzü, safi göz kesiyor.
Geçen ay, malum, Gezi Parkı protestolarına destek olmak için Kanal T’deki programına çıkmayınca, programı yayından kaldırıldı. “Biz Yıldız Tilbe Show’u iptal ettik; kanal da beni iptal etti” diye açıklamıştı Tilbe: “Mecburdum, herkes iptal etti. Beyaz da, Tarkan da iptal etti. Ben taraf değilim. Tarafsızım ve ülkenin bütünlüğü ve mutluluğundan yanayım.”
Lafı oradan açmaya kalkınca; anında müdahale ediyor: “Yalnız; sadece işimle ilgili sorular sorarsan, sevinirim.”
E, zaten bu da tam işiyle ilgili bir soru değil mi? “Geç bunları” gibilerinden elini sallıyor; belli ki canını sıkmışlar; netameli muhabbetlere girmekten imtina ediyor: “Televizyon programının benden başka ikinci bir kişiye bu kadar yakıştığını düşünmüyorum. Fakat artık bu konularda konuşmak istemiyorum; hassas durumlar çünkü. Memleketime huzur ve barış diliyorum. Bugün de yarın da; her zaman, sonsuza kadar... Yeryüzünde olan bütün güzellikleri diliyorum memleketime. O kadar...”
HÂLÂ DENETİMDEN GEÇEMİYORUZ
Fırından taze çıkmış, yepisyeni bir albümü var; onun için bir aradayız, ondan bahsedelim madem. ‘Yeniden Eskiler / Arabesk’ isimli albüm, 1970’lerden 2000’lere kadar, hayatında yer etmiş arabesk şarkılardan oluşan 18 parçalık, iki CD’lik, ‘damar’ bir iş. ‘Delikanlım’la Türkiye’yi salladığı ilk günlerden beri, yapmak istediği bir şeymiş; ancak bunca yıl sonra nasip olabilmiş. “Belki de rötarda hayır vardır” diye lafa girip, saçmasapan bir tondan onu avutmaya kalkıyorum: “Hatta daha eskiden olsa, bu şarkıların teki bile TRT denetiminden geçemezdi...”
“TRT’de hâlâ denetimden geçemiyoruz” diyor: “O zaman nasılsa öyle devam ediyor yani. Doğru bulmuyorum. TRT’de program yapabilmeliydim ben mesela. Neyse, hiç önemli de değil. Başka yerlerden teklif bekliyorum.” Kocaman bir kahkaha patlatıyor: “Televizyonlar beni buradan duysun; biriniz beni alın, hepsi çatır çatır çatlasın.”
Brit pop’la house arası şeyler çalan mekânda Tilbe’nin şerefine, yeni albümünü döndürmeye başlıyorlar. Malum, Yıldız Tilbe albümüydü, arabeskti, herkesin zulasında bulunur. Tilbe’nin yüzü ışıldıyor. Masaya servis yapan elemana; “Gözlerin çok güzelmiş; ilk defa duymuyorsundur bunu herhalde” diyor.
Garson, mavi ve hakikaten güzel gözlerini gülerek kırpıştırıyor.
“Âşık mısın?” diye soruyor Tilbe. Olumsuz anlamda başını sallıyor genç. “O zaman olacaksın şarkılarımı dinleyince” diyor bu kez, vaatte bulunur gibi: “Samimi söylüyorum. Ben de âşık değilim ama dinledikçe adam arıyorum sevecek. Valla sen de öyle olacaksın; aşk arayacaksın.” Bundan sonra bir Türk sanat müziği albümü yapmak istiyor: “Ne kadar temsilciliğini yapabilirim bilmiyorum ama haddim olmayarak, türkü nedir, arabesk nedir, sanat müziği nedir denildiği zaman, orijinallerine dokunulmadan iyi işlenmiş albümler bırakmak istiyorum. Sanat müziği dinlediğim zaman başka âlemlere gidiyorum, dinleniyorum. Türkü dinlediğim zaman kendime kavuşuyorum. Arabesk dinlediğim zaman bambaşka yerlere gidiyorum. Bunlara ruhumuzun ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Benim ihtiyacım varsa, herkesin vardır.”
Bu şarkıların onun hayatındaki yeri derin. Doğduğu ve 25’ine kadar yaşadığı İzmir’de, 1970’lerde, 1980’lerde, cahil cesaretiyle, deli aşklara düştüğü zamanlarda içini çizmiş şarkılar: “Ben koma içinde yaşıyordum. Hep âşıktım ve hep bunları dinliyordum; pop çok sonraları girdi hayatıma. İki gözüm iki çeşme geziyordum bu şarkıları dinleyip dinleyip. Gençtim, âşıktım, daha deliydim, daha doluydum. Her şeyi daha yüksek yaşıyordum. Bu şarkılar benim vazgeçilmezlerimdi. Hâlâ da öyleler... “En son ne zaman âşık oldun” diye soruyorum. “Kendimi henüz aşık yakalayamadım, bakalım ne yapacağım” diyor.
NASIL YANİ?
“Yaşamadım yani, öyle düzgün bir aşk yaşayamadım. Sanmakla geçmiş ömrüm. Olsun, hâlâ sanıyorum ve mutluyum yani. Gençken tak diye seviyorsun. Aşkla arana hiçbir şey koymuyorsun. Ne işini, ne ananı, ne dananı, ne eşini ne dostunu... Ama benim gibi 40’ı devirdikten sonra, 50’ye birkaç adım kala, onu yapayım, bunu yapayım derken, kolay olmuyor. Aşka zaman ayırmak diye bir şey var gerçekten. Birini sevmek varsa, ona emek de gerekiyor. İlgi alaka gerekiyor. Şimdiki akılla çok zor yani.”
Uzaktan bakan da 7/24 aşkla iştigal ettiğini zanneder oysa. En azından benim öyle zannettiğimi söylüyorum:
“Tabii, bakma yani. Ben dönem dönem uzaktan uzağa da olsa, olurum âşık. Kendimi mahrum edemem ki... Elimde değil. Uzaktan tutulur; unutana kadar mücadele ederim kendimle. Unutamıyorsam, gidip konuşurum, anlaşabilir miyim diye bakarım. Baktım ki olmuyor, “Hoşçakal” derim. Konuşunca hoşça kal demek daha kolay; çünkü öbür türlü kafamda büyütüyorum. Tanımadığım için benim kafamda yarattığım, mükemmel biri oluyor. O olağanüstü kusursuzluk da beni öldürüyor. Konuşunca onun da dünyalı olduğunu görüyorum; aaa diyorum, bu da insanmış! Öyle kendimi sakinleştiriyorum. Yoksa uzaktan âşık olup kafayı yiyebilirim yani.”
Bencillik deyin isterseniz; Yıldız Tilbe’nin ‘kafayı yemesi’, bir yerde amme hizmeti sayılır. Düşünsenize, aksi takdirde hayatımızda ‘Kış Güneşi’ gibi bir şarkı olmayabilirdi.