Güncelleme Tarihi:
27 Aralık 1925’te Raboçaya’nın yedinci sayfasında tek sütunluk küçük bir haber. Solmuş bir vesikalığın altında yalnızca şu satırlar: “Şair Leningrad’da Anglea Oteli’nde kendini astı. Üzerinde oğlunun yırtılmış bir fotoğrafı ve kanıyla yazdığı son şiiri bulundu.”
Ne tuhaf, Yesenin’in intiharını “Bu dünyada / ölmek güç bir şey değil/ bir yaşam kurmaktır / asıl güç olan” dizeleriyle kınayan Mayakovski de intihar etti 40’ına varmadan. “Aşkın kayığı hayatın kayalıklarına çarptı” diye yazdıktan sonra kalbine bir kurşun sıkarak. Ertesi gün 17 Nisan 1930 tarihli Literaturnaya Gazeta şairin intihar haberini büyük bir fotoğrafıyla birlikte tam sayfa vermişti. Gazetenin bu sayısı da, nice başka belgeyle birlikte sergileniyordu müzede ama tüm bilgiler Rusçaydı. Neyse ki çevirmenim Marina vardı yanımda. Mayakovski’nin Amerika’da tanıştığı çevirmeni Yelizaveta’ya sırılsıklam aşık olduğunu, birlikte yaşamak üzere Fransa’da buluşmaya karar verdiklerini ama yönetimin, sevgilisi Lili Brik’in de karşı koymasıyla bunu engellediğini ve şairin özel yaşamı hakkında daha pek çok şeyi de ondan öğrendim. Örneğin Yelizaveta’dan bir kızı olduğunu, intiharı öncesinde, devrimin kendi çocuklarını yiyeceği vehmine kapıldığını...
O OLAY, BİR BAHAR GÜNÜ BURADA YAŞANDI
Dört katlı müzenin Mayakovski’ye yakışır fütürist ortamında dolaşırken şairin intihar ettiği odaya da düştü yolum. Köşede yatak, pencerenin önünde çalışma masası aynen duruyordu. Yeşil karpuzlu lâmba Lenin’in siyah-beyaz bir portresini aydınlatıyor, az sonra kötü haberi verecekmiş gibi eski telefon kapkara, çalmaya hazır bekliyordu. Şairi camekânlı bir bölmeye özenle asılmış nefti paltosu ve Moskova’nın sert kışına inat kazıttığı başında biraz aykırı duran fötr şapkasıyla hayal ettim. Elyazmaları, Brik’e neredeyse her gün yazdığı mektuplar, darmadağın fotoğraflar ve kendi elleriyle çizip boyadığı, sonra da bastığı afişlerin arasında hâlâ yaşıyor gibiydi. Bir paket sigara almak için çıkmıştı dışarıya. Ya da gazete. Belki bir somun ekmek. Rus toprağının o kara ve katı ekmeği. Koltuk altına sıkıştırdığı gazeteyle dönüp gelecekti az sonra. Bıraktığı yerden devam edecekti şiirine. Ya da oyununa...
OYSA SÖZ VERMİŞTİ
Hayat da bir oyun değil miydi zaten? Evet, öyleydi ama oyuncular değişiyordu sürekli. Bugün baş rolde oynayan bir de bakmışsın ertesi gün figüran olmuş. Ya da düpedüz kovulmuş sahneden. Devrimin oyuncularıyla pek iyi değildi arası, aşksa, hayatın aksine, tehlikelerle doluydu. Hele kayık su almaya başlamışsa, ilişkiler yumağı karışmışsa büsbütün ve sevilen kadın başkalarıyla da yatıp kalkıyorsa. Lili’ye seslendiğini duyar gibiydim:
“Atmayacagım / bir boşluğa kendimi / zehir içmeyeceğim. / ve dayayıp / şakağıma namluyu / çekmeyeceğim tetiği.”
Sözünde durmadı ne yazık ki, 1930 Nisanı’nda burada, rastlantı bu ya KGB’nin iç karartan merkez binasının bulunduğu Lubianka Alanı’nın hemen yanındaki evinde kıydı canına. Sonunda o da çekti tetiği, bir başka şaire, Bolşeviklerin kurşuna dizdikleri Gumilov’a değil ama, kendine. Aleksandr Blok içsavaş sırasında Petrograd’da açlıktan öldü. Ve Vladivostok’dan bir daha geri dönmedi Osip Mandelstam.
NAZIM ANITTA YÜRÜYOR İSTEKLE VE ÜMİTLE