Güncelleme Tarihi:
Küratörlük, ülkemizde fazla bilinen bir meslek değil. Uluslararası sanat ortamında da 1980’lerde ortaya çıkmış. Kendisine küratör diyen ilk kişi İsviçreli Harald Szeemann. Eğitimi yok; sosyoloji, ekonomi; antropoloji, felsefe, sanat tarihi okuyup da küratör olabilirsiniz. Küratör, sanat üretiminin toplum içinde yeniden değerlendirilmesini ya da sanat üretiminin topluma en iyi şekilde sunumunu sağlar. Sanat komiserliği de daha çok resmi bir sıfat, Venedik Bienali’nde kullanılıyor. ‘Sanat yöneticisi’ ya da ‘Sanatçının patronu’ diyen de var. Müzeler ve koleksiyonerler, danışman olarak kullanmaya, onların sözlerini dinlemeye başladığında küratörler de iktidar sahibi oldu. Küratör tanıttığı zaman sanatçılar müzelere giriyor. Aslında gerçek iktidar sanatçıda. Sanatçı üretmese o küratörün iktidarı ne olabilir ki? Ben genç sanatçılara imkan tanımayı önemserim. Hiçbir zaman patronluk yapmadım. Toplumcu, sosyalist bir insanım. Hiç kimseye hükmetmeye çalışmam. 2000’lerde Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’ni kurduk. Küratörler, kültür operatörleri, gazetelerin kültür editörleri girebiliyor bu derneğe. Dernekte 40 kişiyiz. 10-12 kişi küratörlük yapıyor, iş olmadığı için birçok genç arkadaşımız yurtdışına gitti. Sadece İstanbul ile sınırlı bir alan bu.
1980’lerin ortasında liberal ekonomiye geçişle birlikte şirketlerin vitrini olarak kültür ve sanat gündeme geldi. Koleksiyoncular ortaya çıkmaya başladı. Sanatın parayla ilişkisindeki farklılıklar oluştu. Avrupa fonlarının Türkiye’ye doğru akması çok yararlı oldu. Koleksiyoncuların artmasının sanata olumlu katkısı olacak.
Şimdi üçüncü kuşak geldi. Genç kuşak koleksiyoncuların kendi kuşağını satın alması son derece olumlu bir davranış. Burhan Doğançay’ın ‘Mavi Senfoni’ adlı tablosunun 2.2 milyon liraya satılması gibi örnekler çoğalacak. Mesela Fahrünnisa Zeyd, çok önemli bir kadın sanatçı. Onun gibi birçok ressamımızın milyon dolarlık resimleri olacak. Ölmüş ressamların eserlerinin büyük paralar edeceği muhakkak. Çağdaş sanattan ekonomik değer elde etmek istiyorsak mutlaka yaratıcı insana yatırım yapılması gerekiyor. Pasta çok küçük. Türkiye’de sanat piyasası uluslararası kriterlere sahip değil. Üretimler tüketecek kitleye ulaşamıyor. Biraz dar alanda paslaşma oluyor bu. Kadın sanatçılar arasında çok büyük dayanışmalar görüyorum. İstanbul’daki sanat ortamının dinamizmini kadınlar yaratıyor.
Cumhuriyet ütopyasıyla büyüdüm
RALLİ APARTMANI
1942’de İstanbul’da doğdum. Ailem Maçka’daki Ralli Apartmanı’nın dördüncü katında oturuyordu. 1952’ye kadar o güzel apartmanda yaşadık. Sonra Şakayık Sokak’ta babamın inşa ettiği binaya geçtik, 1970’e kadar orada kaldık. 100 yıl önce göçmen bir ailenin yerleşik düzene geçişinin örneği söz konusu. Annemin babasının babası Batum’dan geliyor ve Laz. Babamın ailesi Kırım’ın Kefe şehrinden geliyor. Babamın babası armatör olduğu için çocuklarını çok iyi okutabilmiş. Babam Yahya Kefeli, Robert Kolej’den mezun olduktan sonra Sümerbank bursuyla Londra’ya gitmiş, Imperial Kolej’de mühendislik okumuş, döndüğünde önce devlete çalışmış. Annemin babasıysa cumhuriyetin kuruluş döneminde iktisat ve milli savunma bakanlıkları yapmış bir kişi, Hüsnü Çakır. Ailemde Türkiye Cumhuriyeti’nin ütopyasını kurmaya çalışan insanlar var. Bu insanların o ütopyanın bozulmasını nasıl gördüklerini gençliğimde izledim.
Şehrin kimliğini yitirmesine öfkeliyim
ÇOCUKLUĞUM
Çocukluğumda kış aylarında Nişantaşı’nda yaşardık. Yaz aylarında da büyükbabamın Bostancı’da mendirek içinde yaptırdığı eve giderdik. Orası bir köydü, büyük bostanlar vardı. İki tarafı açık tramvaya binmek müthiş zevkliydi. Adalar bir masal ülkesi gibiydi. O güzellikleri yaşadığım için mutluyum. Ben Marmara Denizi’nde yüzdüm! Bostancı sahilleri pırıl pırıldı. Bunlar belleğimde bir rüya gibi. Bağdat Caddesi’nin baştan aşağı yıkılıp yeniden yapılmasını, tramvayın kalkmasını gördüm. 80’li yılların başından itibaren kızmaya başladım o değişikliklere. Bu öfke, on yılda bir askeri müdahalelerle karşılaşılan travmalı yılların içinden geçmiş olmamıza da bağlanabilir. Tepkimizi gösterebilmek için ya siyasete girecektik ya da sanat alanlarında kendimizi ifade edecektik.
Kırılma noktam Nazi öğretmenlerim
ALMAN LİSESİ
Modernist bir geçmişim var. Ütopyalara inanarak büyümüş bir insanım. Kırılma noktam, Alman Lisesi’ydi. 1954’de girdim Alman Lisesi’ne. Öğretmenler savaştan çıkmış bize gelmişlerdi. Örneğin İngilizce öğretmenimiz Nazi Ordusu’nda tank subayıydı. Diğer öğretmenlerimiz de öyleydi. Biz onlardan faşizmin, Nazizm’in ne olduğunu, modernizmin artı ve eksilerini öğrendik. Alman Lisesi, iyi bir okuldu, iyi eğitim aldım. Asıl istediğim yer, akademiydi. Küçük yaştan itibaren çok resim yapardım. Babam da teşvik ederdi. Akademinin resim sınavında iyi not aldım. Bir de 27 Mayıs’ın anlam ve önemi konusunda kompozisyon yazdırdılar. Bunu başaramamışım. Tam 1961 yılı. Tesadüf, karar verme aşamasında Prof. Dr. Jale İnan ile karşılaştım. O, beni ikna etti. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’ne girdim. Okulu bitirdikten sonra da akademik kariyer yapmak istedim. Fakat kadrolar çok kısıtlıydı, olmadı.
Büyük aşk yaşadım
AYVALIK
1963’te yaz tatilini geçirmek üzere ailemin dostlarının davetiyle Ayvalık’a gittim. Orada Teoman Madra ile tanıştım. İlişkimiz 1966’da evlenerek sonuçlandı. 44 yıl oldu. Gerçekten büyük bir aşk yaşadım. O da yaratıcı bir insandı. 1960’larda soyut fotoğraflarla başladığı sanat üretimini 1970-1990 arasında soyut fotoğraf, dans ve müzik gösterileriyle geliştirdi. Eşim, babasının Ayvalık’taki zeytinliklerini ve zeytinyağı fabrikasını yönetmek zorundaydı. 14 yıl Ayvalık’ta yaşadım. Evde oturup çocuk büyüttüm, iki kitap çevirdim. ‘Eski Anadolu Mimarlığı’, Rudolf Naumann’ın Türkiye arkeolojisi için önemli bir kitabıdır. Bir de G. Richter’in, ‘Yunan Sanatı’nı çevirdim.
Komünist gelin geldi dediler
12 EYLÜL
1979 sonuna doğru Türkiye’nin gidişatı bizi çok rahatsız etmeye başlamıştı. Acaba Türkiye’den gitsek mi diye düşünüyorduk. Ayvalık bir laboratuvar gibiydi. Orada biz derin devleti ve faşizmi en somut boyutlarıyla yaşadık. Otobüs duraklarında komünizmle ilgili levhalar asılıydı. Sarımsak plajında ülkücüler mi, faşist sağ mı diyeyim, onların bir kampı vardı. Militanlar kamyonla akşamüzerleri bağıra çağıra şehrin içinden geçerlerdi. Benim için “Ayvalık’a bir komünist gelin geldi” dendiğini duymuşumdur. 1980’de askeri darbe oldu. Çocuklarımız büyümüştü, eğitimleri söz konusuydu. Eşimin zeytinyağı işi de iyi gitmiyordu. İstanbul’a gelmeye karar verdik. Sezai Ömer Madra markası daha sonra satıldı.
Sanat ticaretinde başarılı değilim
GALERİCİLİK
1980’den itibaren çağdaş sanat alanında çalışmaya başladım. Önce Maçka’da ARMO Sanat Galerisi’nde yöneticilik yaptım. 1981’de ilk galerim olan Galeri BM’yi kurdum. 80’li yıllarda Türkiye’de sanatta postmodern bir kırılma yaşanıyordu. Yeni bir kuşak çok farklı bir resim anlayışıyla çıkmaya çalışıyordu. Ben de bu genç kuşağın resimlerini sergiledim. 1989’da Nişantaşı’ndaki BM Çağdaş Sanat Merkezi’ni açtım. O zaman bu işin ticaretinde çok başarılı olmadığımı anladım. 87 ve 89’daki İstanbul Bienalleri’nin koordinatörlüğünü yapmak benim için büyük deneyim oldu. Avrupa’daki sanatla ilgili gelişmeleri çok yakından takip etme olanağına sahip oldum. 1. ve 2. İstanbul Bienali, Türkiye’nin çağdaş sanat alanında uluslararası ilişkilerinin başladığı iki andır. Çok büyük ivme kazandırdı. 1987’den günümüze kadar 100’ün üstünde uluslararası sergi gerçekleştirdim. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi altı kere temsil ettim. Çok sayıda sanatçıyı oraya götürdüm. Münih’te geçen ay on sanatçıyla bir sergi açtım.
İstanbul 2010 macerası
KÜLTÜR BAŞKENTİ
İstanbul’daki 13 milyon insanın ne kadarı sanatsal faaliyetleri izleyebiliyor? İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Görsel Sanatlar Yönetmeni olarak çalışırken bunu çok yakından gördüm. Çok seçkinci bir düzlemde yürüyor. “İstanbul 2010 başarılı” demek bana düşmez. 2010 ile kültür sanayinde büyük bir değişimin tohumları atıldı. Ben buna “İstanbul 2010 macerası” diyorum. Devlet, yerel yönetimler, özel sektör ve bizim gibi bireysel çalışan insanların bir araya gelip, kamusal paradan yararlanması bir macera değil midir? Dedikodular, polemikler çok oldu. Ajansta çalışanlar, paraların kimlere hangi koşullarda verildiğine dair binlerce sayfa belge dolduruyor. Ajansın sistemi Avrupa fonlarıyla aynı. İddia edenin iddiasını kanıtlaması gerek. İstanbul 2010, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne çok sevinerek destek verecekti. Bazı yazarlar, bunu sorgulayıp, ağır yazılar yazınca projesini geri çekti. Bunu doğru bulmuyorum, sonuçta Orhan Pamuk da bu şehre bu müzeyi veriyor. Zaten alt yapısını hazırlamış, büyük harcama yapmış, bundan sonrası için destek istiyordu. Kendisi bitirecek ama biraz daha uzun sürecek.
Projem yok maaş alıyorum
VENEDİK BİENALİ
Venedik Bienali’nde geçen yıl Orta Asya pavyonu küratörlüğünü üstlendim. Fakat öğrendim ki, Türkiye pavyonu İstanbul 2010 ile ilgisi yok. Sergi açtığım sarayı ücretsiz olarak İstanbul 2010’a tahsis ettirdim. Ajans, kokteylin 4 bin Euro parasını ödedi. Ülkemin bu büyük olayının Venedik Bienali’nde görünmesini istedim. Neden Türkiye pavyonunda İstanbul 2010 yoktu? Bu benim konum değil. Böylece kültür sanayinin gidişatına biraz müdahale etmiş oldum. İstanbul 2010’dan sadece aylık sabit maaş alıyorum, bir projem yok.
Tulya Hititçe’de hayat kaynağı demek
ÇOCUKLARIM
İki çocuğumuz var. Son derece yaratıcı çocuklar. Oğlum Yahya Madra 37 yaşında. ABD’de Gettysburg Kolej’de ekonomi tarihi hocası. Kızım Tulya Madra 40 yaşlarında. Tulya ismi aslında Hititçe’de var, hayat kaynağı demek. Aynı zamanda da Latince de iki ‘L’ ile yazılıyor, o da meşhur Çiçero’nun kızı. Ben Hititçe’den esinlendim.
Solla sanat arasında bağlantı var
SOSYALİZM
Üniversiteye girdiğimde 147’ler olayı olmuştu. Üniversitede faşist bir atmosfer vardı. Ben hep sol eğilimli arkadaşlarım ve asistanlarla anlaşabiliyordum. Mihri Belli, babamın yakın arkadaşıydı. Gençliğimden beri kendimi sosyalizme, komünizme yakın hissettim. Sol düşünce ve sanat arasında derin bağlantılar var. Siyasal içeriği olmayan sanatla ben ilgilenmiyorum zaten.