San Fransisco’ya yaz eylülde gelir

Güncelleme Tarihi:

San Fransisco’ya yaz eylülde gelir
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 16, 2010 00:00

Kaliforniya Eyaleti’nin gözde kenti San Fransisco’da ağustosun ortasında üşüdüm. Yaz sıcağına eylül ayında kavuşan kentin tepelerinde, tarih yazılan sokaklarında, Çin’den sonra en kalabalık Çin nüfusunun yaşadığı Çin Mahallesi’nde, deniz aslanlarının kükrediği limanlarında dolaştım. “Altına Hücum”la başlayan kent tarihinin izini bugünlere kadar sürdüm.

Bu hafta size San Fransisco’yu anlatacağım. Bu yazıyı okuduktan sonra gitme arzusuna düşenleri, yolun uzunluğu konusunda uyarmak isterim. Ben Londra üstünden gittim. İlk adım dört saat sürdü. Londra’dan sonra ise 13 saat daha uçuyorsunuz. Havaalanlarında beklemeleri de eklerseniz yolculuk neredeyse 24 saati buluyor. Sonra saatinizi 10 saat geriye alıyorsunuz. Yani tüm zaman kavramınız, uyku, yemek saatleriniz alt üst oluyor.
Uzun uçak yolculuklarını severim. Kah film seyrederim, kah kitap okurum, kah bir şeyler yazarım, yerim, içerim. Patlamış mısır gibi etrafa saçılmış beyaz bulutlara bakıp hayal kurarım. Zaman, ben farkına varmadan akıp gider. Bu yolculuğumda da öyle oldu. Yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamadan, kendimi soğuk ve rüzgarlı San Fransisco sokaklarında dolaşırken buldum.
Ağustosta soğuk da nereden çıktı diye şaşıracak olursanız, aynı şaşkınlığı benim de yaşadığımı söyleyebilirim. Kavurucu bir yaz sıcağı beklentisiyle gittiğim kentte, kısa kollu giysilerle, titreyerek dolaşmak aklımın ucundan geçmemişti. Halbuki, her zaman yaptığım gibi San Fransisco ile ilgili bir iki kitap karıştırsam, internetten hava durumuna baksam bu yanılgıya düşmeyecektim. Sanıyorum geçmişten aklımda kalanlara güvenmiştim. Yani 15 yıl önce yaptığım Kalifoniya gezisinden hatırladıklarım yanıltmıştı beni.
Aklınızda bulunsun, San Fransisco’ya yaz eylülde geliyor. Daha öncesi, serin, akşamları soğuk bir yaz başlangıcı oluyor. Bunun nedeni de kutupların buzunu yalayarak kentin kıyılarına gelen soğuk okyanus.

KÖPRÜLER VE TEPELER KENTİ

Her gezinin bir bahanesi vardır. Bu gezinin bahanesi de, Volkswagen firmasının davetiydi. Dünyanın dört bir yanından buraya gelen gazeteciler, Jetta marka otomobil hakkında bilgilendirilecek, test sürüşleri yapılacaktı. Nedense ben de o davetliler arasında yer almıştım. Ya benim hakkımda yanlış istihbarat almışlardı veya “bu adam arabanın penceresinden görünen manzaraları yazsa da olur” demişlerdi. Çünkü benim otomobille ilişkim, iyi sürücü olmanın ötesine hiç geçmemişti. Ne yüz kilometre hıza kaç saniyede varılır ne tork ne yol tutuşu ne ön paneldeki göstergelerin detaylı anlamı ne de trigel kayışı bilirdim. Bu nedenle test sürüşünün detaylarını yazamayacağım. Ayrıca test sürüşünün rotası, ünlü Kaliforniya şaraplarının yapıldığı üzüm bağlarının arasından geçtiği için, aklım fikrim üzümlere takıldı kaldı. Gözümün önüne hep şaraplar geldi. Onun için aracın özelliklerine pek dikkat edemedim. Sanırım rahat kullanımlıydı.
Tekrar San Fransisco’ya dönersek. Burası coşkuyu, yaşamı çağrıştıran, aşk ateşini tutuşturan bir kentti. Golden Gate köprüsü hep ön plana çıksa da, Oakland Bay, San Rafael, San Mateo, Dumberton köprüleri de kentin birbirini kucaklamasında önemli rol oynuyordu.
San Fransisco’yu bir bakışta görmek istiyorsanız, kentin en yüksek noktası Twin Peaks’e çıkmanız gerekir. Eğer sis yoksa (çok nadiren) kent tüm yokuşları, caddeleri, denizi, köprüleri ve evleriyle kendini ele verir. Ben de öyle yaptım. Rüzgarlı tepede, bir banka oturup, kentin kaderini değiştiren yedi gram altının öyküsünü düşündüm. Geçmişe daldım. Yedi gram altından öncesine gidersek; 1776’da İspanyolların kurduğu bu küçük köyün adının “İyi Ot” anlamına gelen “Yerba Bueno” olduğunu söyleyebilirim.

ALTINA HÜCUM

Okyanus kıyısındaki bu küçük köyün kaderi, 24 Ocak 1848’de, yani soğuk bir kış sabahı, marangoz John W. Marshall’ın atölyesinin yanından akan küçük derede 7 gram altın bulmasıyla birden bire değişti. Aslında bu değişim öyle birden bire olmadı. Önce The Californian gazetesinde, bu olayı anlatan kısa bir haber çıktı. Haber kulaktan kulağa tüm ülkeye yayıldı. Tabii bir kulaktan diğer kulağa giderken, haber biraz daha abartıldı. Sonra olan oldu, gemilerle, atların çektiği beyaz tenteli arabalarla, ipini kopartan buraya hücum etti. Küçük köy çok kısa bir süre sonra köylülerin, işçilerin, memurların, papazların, fahişelerin, kumarbazların umut aradığı koca bir şehre dönüştü.
“Altına Hücum” dönemini anlatmak bu sayfaya sığmaz. Onun için bu konuya bir nokta koyup, kentin tarihinde önemli rol oynayan ikinci olaya geçmek istiyorum: Bu kez takvimler 18 Eylül 1906’yı gösteriyordu. Kent sabah 05.30’da, 8.3 şiddetinde bir sallantıyla yerle bir oldu. Tam 28 bin konut yıkıldı. Ayakta kalanları da üç gün üç gece süren yangın kül etti. Olay yerine gelen Jack London, gazetesine olayın korkunçluğunu belirten kısa bir telgraf gönderdi: “Artık San Fransisco diye bir kent yok...” Yok olan kent, tekrar küllerinden doğdu ve bugüne geldi.
/images/100/0x0/55ea8df8f018fbb8f887969a

Twin Peaks’te hem kenti seyredip, hem de geçmişinde gezindikten sonra, yokuştan inip, bugünün içine daldım.

Kentin tarihi bu semtlerde yazıldı

Önce, evlerin balkonlarında gökkuşağı renklerinde bayrakların dalgalandığı Castro semtinin sokaklarında dolaştım. Burası eşcinsellerin kurtarılmış bölgesiydi. Rengarenk bayraklar da onların simgesiydi. Burada özgürce dolaşıyor, yaşıyor, çalışıyor, eğleniyor, Victorian üslubu evlerinde yaşamın keyfini çıkarıyorlardı. Pond Caddesi’nden 17. Cadde’ye oradan da Sanchez Caddesi’ne sapıp, mağaza vitrinlerini seyrettim. Yorulunca 18. Cadde’nin köşesindeki barda oturup ayaklarıma bir süre izin verdim.
Sonra bir taksi çevirip, Castro’nun komşusu Haight-Ashbury’e çekmesini söyledim. Bu isyankar semte yaklaştıkça heyecanlandığımı hissediyordum. Gençliğimi hatırlayacağımı biliyordum çünkü. Hippi felsefesi 1960’larda buradan doğup tüm dünyaya yayılmıştı. Çiçek Çocukları burayı mekan tutmuşlardı. LSD denen uyuşturucu, burada oturanlar üstünde denenmiş, ünlü rock orkestraları bu sokaklarda filizlenmişti. Bir zamanlar burada oturanlar her şeylerini paylaşırlardı: Ekmek, uyuşturucu, içki ve aşklarını. O günden bugüne küçük kahveler, restoranlar, butikler ve de köşe başlarını mekan tutmuş evsizler kalmıştı. Çiçek Çocukları artık yoktu ama ruhları her köşeye sinmişti.
Haight, Ashbury, Clayton caddelerinde gençliğimin peşinde bir süre koştuktan sonra, kente gelen herkes gibi ben de Alamo Meydanı’nın bulunduğu tepeye tırmandım. Buradan San Fransisco’nun fotoğrafını çekmek gerekiyordu. Ben de herkes gibi makinemi altı kız kardeşe ait olan altı ahşap eve çevirdim, arka planda kentin modern görünümü yer alıyordu. Deklanşöre basıp, San Fransisco’nun klasik görüntüsünü yakaladım.

TELGRAF TEPESİ’NDE

Akşam olduğunda okyanustan kopup gelen rüzgar üşütmeye başladı. Kendimi otelime yakın bir restoranın barına attım. Barmenden Kaliforniya’nın en lezzetli şaraplarını istedim. Üçüncü kadehten sonra, üstüme çökmeye başlayan yorgunlukla kolkola girip, odamın yolunu tuttum.
Ertesi gün ve onu izleyen iki gün, serseri mayın gibi dolaşıp durdum. Colombus Meydanı’ndaki ünlü İtalyan şarküterisi Molinari’den salamlı, peynirli bir sandviç yaptırıp, Telgraf Tepesi’ne tırmandım. Zirvedeki beyaz kulenin altına geldiğimde, “Tepeler Kenti” San Fransisco’nun bana göre olmadığına karar verdim. Çünkü nefesim kesilmiş, göğsüm körüğe dönüşmüştü. Burada yaşayabilmek için yokuşlara dayanıklı olmak gerekiyordu. Ama manzarayı görünce tüm şikayetlerimden vazgeçtim. Çünkü buradan kenti 360 derece görmek mümkündü. Hele sislerin altına gizlenmiş Alkatraz Hapishanesi’nin görüntüsü her şeye değirdi.
Alkatraz demişken; bir boşlukta da feribota binip, dünyanın bu en acımasız hapishanesini gezmeye gittim. Demir parmaklıkların örttüğü hücreler, kim bilir hangi azılı katilin barınağı olmuştu? Al Capone, Bumpy Johnson ve casusluk suçlamasıyla idam edilen komünist Julius - Ethel Rosenberg çiftinin yattığı hücrelerin karşısından ayrılmakta zorlandım. Dönüş yolunda Burt Lancester’in canlandırdığı mahkumu ve onun hücre penceresine konan kuşla dostluğunu anımsadım.

LİMANDAKİ DENİZ ASLANLARI

Hapishane dönüşü, Fisherman Wharf’ta bu yıl okyanusa dönmeyen deniz aslanlarını seyrettim. Etrafımdaki konuşmalara kulak kabartınca, bunun ilk kez görüldüğünü öğrendim.
Dünyanın en büyük Çin Mahallesi beni pek etkilemedi. Sokaklar çok derli topluydu. Çığırtkan satıcılar yoktu. Dükkanlarda satılan malların eli yüzü düzgündü. Sokak yemekçileri görünmüyordu. Sokaklardaki Çinliler İngilizce konuşabiliyordu. Yani Bang Kong ve New York’taki Çin Mahallelerinin gerçekliği burada yoktu. Buradakiler Amerikanlaşmıştı.
San Fransisco’ya gelinir de, Colombus Meydanı’ndaki “City Lights” kitapçısına uğramamak olur mu? İsyankar şair Lawrance Ferlinghetti’nin kurduğu bu kitapçı, başta Allen Ginsberg olmak üzere 50’li kuşağın yazarlarının uğrak yeri olmuştu. Bir çoğunun kitabı burada basılmıştı. Üst ve alt katlardaki kitapları tek tek kokladım ve okşadım.
San Fransisco’da görülecek her yere gittim de, 3. Caddede’ki 601 numaralı eve gitmeye vaktim kalmadı. Bu evde, çok sevdiğim yazar Jack London doğmuştu. Onu, çaresiz bir sonraki gelişime bıraktım.
Sadece semt, sokak, bina gezmekle kalmadım. San Fransisco’da lezzetli yemeklerin, Kaliforniya’nın ünlü şaraplarının da bol bol tadına baktım. Dönüş yolunda notlarımı yazarken, bu kentin Amerika’dan çok Avrupa’ya daha yakın olduğu kararını verdim. Onun için de San Fransisco’yu çok sevdim.
Belki bayram tatilini biraz uzatıp, siz de bu güzel kentle tanışırsınız.

COPPOLA’NIN NAPA VADİSİ’NDEKİ ŞARAPHANESİ

Bağcılık ve şarap cenneti Napa Vadisi’ne giderken otomobilin yol bilgisayarının talimatlarına uyarak izleyeceğim rotayı buldum. Ormanların arasından geçen, virajlı bir yoldu. Hız limiti çok düşüktü. Onlara uysanız, bir kaplumbağa hızında gidip otomobil kullanmaktan soğurdunuz. Tabelalarda yazan limitlere pek
/images/100/0x0/55ea8df8f018fbb8f887969c
uymadım. Çünkü yolun sonunda, Napa Vadisi ve beş Oscarlı yönetmen Coppola’nın şaraphanesi vardı.
Dere tepeyi aşıp, ağaçlık bölgeden geçtikten sonra Sonoma Vadisi’nde beklediğim manzarayla karşılaştım: Uçsuz bucaksız üzüm bağları. Öylesine düzgün, öylesine bakımlı bağlardı ki, burada kalitesiz şarap üretimi imkansızdı adeta. Bu vadiyi yıllardan beri biliyor, ürünleriyle damağımı şenlendiriyordum. Yıllar boyu, bu bölgenin çocukları olan, Chardonnay ve Pinot Noir üzümlerinden yapılan şarapları yudumlarken, yaşamın ne kadar keyifli olduğuna dair ukalalıklar yapmıştım. Hele hele kırmızı Zinfandel’i içerken damağımdaki lezzet patlamalarını uzun süre eşe dosta anlatmıştım.

MÜZE GÜZEL, ŞARAPLAR SIRADAN

İnsan önünde yol bilgisayarı varken yolu kaybeder mi? Ben kaybettim. Bağların arasında, aklımı üzümlere, şaraplara takınca, bilgisayarın talimatlarını yanlış anlayıp, yanlış yollara saptım. Bilgisayardaki kızı çileden çıkardığımı sanıyorum. Sonra döne dolaşa doğru yolu bulup, Napa Vadisi’ne vardım. Dünya şarapçılığında önemli bir yer tutan bu bölgeye yıllar önce bir kez daha gelmiştim. Cabarnet Sauvignon üzümünün hakimiyetindeki bu bölgeyi, öyle birkaç satırla anlatabilmenin imkansız olduğunu biliyorum. Onun için bu zengin meşe lezzetli şaraplardan uzun uzun bahsetmeyeceğim.
Cabarnet Sauvignon, Merlot, Sangiovese, Zinfandel, Chardonnay bağlarının önünden geçip, rotanın bitiş noktası olan Coppola’nın şarapevine vardım. Burası şaraphaneden çok bir sinema müzesini andırıyordu. Ödüller, çekimlerde kullanılan makineler, arabalar, aksesuvarlar, fotoğraflar... Tadım için sunulan şarapları beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Nedense sıradandı seçtikleri. Ama yemekte ikram edilen şaraplarla ayıplarını biraz olsun örttüler.

BUNLARI YAPMADAN DÖNMEYİN

Bir gün size sadece Napa’yı, şarapları, yemekleri anlatmayı çok isterim. Eğer yolunuz bu bölgeye düşerse, konforlu Napa Şarap Trenine binmenizi hararetle öneririm. Bağların arasından geçen rotanın tamamlanması üç saat sürüyor. Bu süre içinde şaraplar lezzetli yemekler eşliğinde tadılıyor.
Napa’ya yolunuz düşerse, ünlü şef Thomas Keller’in “Bouchon”a uğramanızı öneririm. Burada mutlaka soğan çorbası içmenizi, tavuklu yemekleri tercih etmenizi ve “house wine” içmenizi tavsiye ederim. İkinci önereceğim restoran ise Amerika’nın en önemli lezzet durağı “French Laundry”. Mönüdeki her yemek Thomas Keller’in yaratıcılığını yansıtıyor. Ama bu restoranda yer bulmanız zor. Çünkü burada yemek yiyebilmek için, altı ay öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Ama siz yine de şansınızı deneyin. Kim bilir birileri son dakikada rezervasyonunu iptal etmiş olabilir.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!