Şermin TERZİ <br>sterzi@hurriyet.com.tr
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 23, 2008 00:00
Gözlerinin içi ışıl ışıl parlayan, yarı şaşkın yarı mahçup ama pek mutlu gencecik bir oyuncu Tayanç Ayaydın (29). Mutluluğunun sebebi hiç beklemediği bir anda, İsviçre’nin Locarno şehrinde yapılan ve sinema dünyasında prestijli 61. Locarno Film Festivali’nde, En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alması.
Ona ödülü getiren
film, çekimleri Van’da yapılan "Pazar - Bir Ticaret Masalı." Filmin yönetmeni, daha önce Berlin Film Festivali dahil pek çok festivalde ödüller almış, "Ölü bir koyundan faydalanmanın 37 yolu" filmiyle adından söz ettirmiş, İngiliz yönetmen Ben Hopkins. Tayanç Ayaydın’ın canlandırdığı Mihram karakteri, Van’da zengin olmak için uğraşan küçük bir esnafı ve düştüğü çelişkileri anlatıyor. Ayaydın’a aslında Aliye ve Sıla gibi televizyon dizilerinden aşinayız. Alışılmadık ismini aklında tutamayanlar, sevimli suratını gördüklerinde hemen hatırlayacaklardır. Ödül alacağından o kadar ümitsizmiş ki, ödülün açıklanacağı gün Türkiye’ye dönmek üzere yola çıkmış ve ödülü aldığını öğrenince yoldan geri dönmüş.
Adınızın anlamını öğrenmeden ben bu röportaja başlayamayacağım!
- Güvenilir, koruyan, kapsayan demek. Eski Türkçe. Tayanç’ı bir kerede anlayan olursa çok mutlu oluyorum, genelde dört beş defa sorarlar. Bugüne kadar benden başka bir Tayanç’la karşılaşmadım. Ama adımı seviyorum, ailem adını ne koyarsak öyle olur diye çok özenerek seçmiş bu ismi.
Size ödül getiren filmdeki role seçilmeniz nasıl oldu?
- Oyuncu arkadaşım Sinan Tuzcu bir dönem İngiltere’de yaşadı, filmin yönetmeni Ben Hopkins ile orada tanışmışlar. Bundan dört yıl önce Hopkins oyuncu seçiminde Sinan’dan yardım istemiş. O bana telefon açıp seçmelere katılmam için
haber verdi. Depresif, traş bile olmadan kendimi eve kapattığım bir dönemdi. Katılmaya hiç niyetim yoktu ama sonra Sinan’ı arayıp tamam geliyorum dedim. Sakalımı bile kesmeden gittim. İçeri bir girdim kendini ağırdan satan soğuk bir İngiliz yönetmen bekliyorum. Ama bir baktım dünya şekeri, ayakkabılarını çıkarmış, paçalarını sıvamış ortalıkta çorabıyla geziyor. Adamı çok sevdim. 600-700 oyuncu arasından Mihram karakteri için beni seçti sonra. Senaryoyu verdi ama sakın çalışma dedi, çünkü ne zaman çekeceğimiz belli değildi ve o benim çalışıp rolü kemikleştirmemden endişe ediyordu. Senaryo elimde Ben’den üç yıl haber bekledim. Bayağı sancılıydı. Mihram benim kariyerimde oynamaktan zevk aldığım en kuvvetli rol. Bu karakterden vazgeçmek gibi bir düşüncem hiç olmadı, hatta bu süre içinde onlar benden daha iyi bir oyuncu bulurlar mı diye hep endişe ettim.
Adam olacak çocuk, çocukluğundan bellidir derler. Oyunculuk konusunda sizde de bunun ipuçları var mıymış?
- Ben tek çocuğum. Tek çocuk olunca oyunlarımı kendim üretiyordum. Farklı karakterlere bürünüp öyle oyunlar oynardım. Bunlar bir süre sonra aile içinde gösteri haline dönüştü. Ailem ben ortaokuldayken beni gizli saklı tiyatro koluna yazdırmışlar. Aslında sadece lise öğrencileri oraya girebiliyordu ama bizimkiler ısrar edince beni de kabul ettiler. Sonra da zaten konservatuara girdim. O sırada bir hafta kravatlı gezdim evde, çünkü kendimi o karakterde hissediyordum. Oynamayı seviyordum çocukluktan beri yani.
Bu işin ilk kanınıza girdiği anları hatırlıyor musunuz?
- Konservatuara girip dünya literatüründen yazarlarla tanışarak onların oyunlarını oynayınca, benim için yol bu yol dedim. Heyecan orada başladı.
Hocalarınız sizden umutlu muydu, yoksa sıradan bir öğrenci miydiniz?
- Bizde genelde notlar çok zor verilir. Eğer 60-70 alırsanız o çok iyi bir puandır. Mezuniyet sınavında 100 vermişlerdi. Dedim ki tamam ben şimdi ortalığı yıkıp geçerim, her yerde benden bahsederler. Ama oyuncu için ders notu hiçbir şey. Gerçek notlar hayatta verilmeye başlıyor. Mezun olduktan sonra tiyatro yaptım. Diziler başlayınca tiyatroya ara verdim. Çok şanslı bir adamdım, çok doğru iki dizide oynadım. Bir oyuncu sinema yapmak istiyorsa, diziler çok güzel bir okuldur. Diziler beni sinemaya taşıdı ve orada varolmamı sağladı. Ama dizilerde çalıştığım için de hiç tiyatro yapamadım, buna üzgünüm. Çünkü tiyatro, sinemayla birlikte benim gönlümde yatan
aslan.
Dizilerde oynama serüveniniz nasıl başladı?- Ali Özgentürk’ün çektiği Kalbin Zamanı filminde oynadım ilk kez. Benim yazdığım bir oyun vardı. Alchera diye bir barda onu oynuyorduk aynı zamanda, orada barmenlik de yapıyordum. O dönemde Kudret Sabancı, Zerda’yı çekiyordu. Bana teklif etti ama çekimler Urfa’da yapılıyordu, gitmek istemiyordum, o sırada bar şefi de olmuşum zaten. Sonra Aliye’yi çekmeye başladı ama bu sefer oynar mısın demedi, böyle bir rol var, gelip oynuyorsun dedi. Ben de peki abi dedim. Aliye çok başarılı oldu. Sonra da zaten Sıla dizisi geldi.
Hem Aliye hem Sıla dizisinde hep uzlaştırıcı, mülayım, huzurlu bir roldeydiniz. Gerçek hayatta ne kadar mülayim ne kadar huzurlusunuz?
- Normal hayatımda günde dört kalp krizi geçirecek kadar heyecanlı, telaşlı biriyim. Çok dertli, endişeleri, kuruntuları olan bir adamım. Belki de bir dönemdir geçecektir ama sevgilim dışında arkadaşlarımı bununla rahatsız etmem. Ama sevgilim benim hayatımı düzene sokmakla mükellef! Başlarda çok zordum onun için şimdi o da alıştı.
Çalışmak istediğiniz yönetmenler var mı?
- Fatih Akın’la çok çalışmak istiyorum. Bir de Çağan Irmak.
Yırtmaya çalışan biri miydiniz, yoksa her şey ayağıma gelsin diyen bir üşengeç mi?
- Yok hatta bütün üşengeç oyuncu arkadaşlarımı da toparlamak için uğraşırım. Kamera önüne geçmeye karar verdiğimde kendime bir özgeçmiş hazırladım ve kimini bilinmeyen numaralardan araştırarak, kimini arkadaşlarımdan öğrenerek, kimini de sokakta dolaşıp bularak bütün prodüksiyon şirketlerine götürdüm. Ali Özgentürk’le çevirdiğim film böyle oldu, onlar beni çağırmadılar, ben onlara gitmiştim. Bir yere gelmeden, kimse aaa bak bu çocuk bir cevher demiyor. Bir yerden başlamak, biraz yırtınmak lazım.
Hırslı biri misiniz?
- Acayip çalışkan bir adamım. Haftanın yedi günü 24 saat çalışsam bir gram şikayet etmem. Çalışmazsam kendimi çok mutsuz hissediyorum. Çalışmak beni hayatta tutuyor.
29 yaşında genç birine bunu sormak saçma gelebilir ama hayatınızın akışını değiştiren bir olay yaşadınız mı hiç?
- Ben Hopkins ile tanıştığım gün hayatımın ivme kazandığı, farklı bir yola girme şansımın doğduğu gündü.
GENCO ERKAL İLE TÜRKİYE’YE DÖNERKEN HABERİ ALDILARÖdülü aldığımı duyduğumda filmde beraber oynadığım Genco Erkal’la beraber, İsviçre’den ayrılmış Milano’dan Türkiye’ye doğru yola çıkmıştık. Ödül alanlar gece 10 gibi açıklanacaktı ve bizim uçağımız Milano’dan akşam saat 5’te kalkıyordu. Yolda gidiyoruz ama, bir taraftan da, "Genco abi ya, bize hakikaten ödül gelmez mi acaba" diyorum. Kendimin ödül alacağı aklıma bile gelmiyor ama filme o kadar güveniyorum ki, istiyorum ki film ödül alsın. Ola ki bize ödül geldi, ilk uçakla tekrar geri döneriz diye B planı yapıyoruz ama hiç ümidimiz de yok. İtalya sınırını geçtik ümitlerimiz iyice suya düştü, uçağa binip döneceğiz, tam o sırada Genco abinin telefonu çaldı. Telefonda aaa aaa aaa deyip, parmağıyla beni işaret ediyor. Beni işaret ediyor ama benim ödül alacağım yine aklıma bile gelmiyor, ben onu "Bak işte sen demiştin" gibi anlıyorum. Telefonu Tayanç’a veriyorum dedi. Ben Hopkins telefonda bana, "Tebrik ederim, şoföre söyle seni geri getirsin ödül aldın" dedi. Hemen sağa çektik şakır şakır yağmur yağıyor. Kendimizi dışarı atıp, birer sigara yaktık. Ne yapacağımı nasıl sevineceğimi bilemedim. Doğum günümde hediye alınca nasıl sevineceğimi biliyorum ama ödül alınca nasıl sevineceğimi bilmiyorum. Bunun idrak süresi de o kadar hızlı olmadı yani. Festivalin sorumluları, benim jürinin favorisi olduğumu biliyormuş. Jüriye bu çocuk gidiyor ona bir ödül vereceksiniz söyleyin, yoksa tekrar geri getirmek zorunda kalacağız demiş. Onlar da geri getirin demişler. Bunun üzerine geri döndük. Kız arkadaşımı aradım, ben galiba ödül aldım dedim, onu kandırdığımı sanmış bana inanmadı. Annemi aradım o da inanmadı, telefonu kapadı.