Güncelleme Tarihi:
Çekilen tomografi, MR (manyetik rezonans) gibi çalışmalarla beynin anatomik yapısı görüntülenebiliyor. EEG (elektroensefalogram) ile elektriksel aktivitesi denetlenebiliyor ve PET-CT (pozitron emisyon tomografisi) gibi metabolik çalışmalarla beynin hangi bölgelerinin hangi aktivitelerde daha fazla rol aldığı gözlemlenebiliyor.
Ancak beyin bu kadar basit değil. Biz bugün beyin bölgelerinin haritasını çıkarabilsek de merak ettiğimiz sorulara doğru yanıtlar aramaya çalışıyoruz. Örneğin bir anne evladını gördüğünde patlarcasına ortaya çıkan annelik duygularının nereden kaynaklandığını bilemiyoruz.
Nasıl oluyor da yaklaşık 1400 gramlık bu et parçası onca zihinsel aktiviteyi üretebiliyor?
Zihin nerede devreye giriyor?
Akıl bunun neresinde?
Peki ya düşünce?
Bilim insanı Aldous Huxley’e göre zihnimizin yetenekleri çok fazla.
İnsan, evreni, doğayı, yaşamı ve tüm varoluşsal felsefeleri algılayacak algı düzeyine sahip.
Huxley’e göre konuşmadan da iletişim kurabilecek yeteneklere sahibiz. Ancak toplum içerisine sağlıklı iletişim kurabilmemiz, sosyal yaşamımızı sürdürebilmemiz için beyinin bazı bölgeleri bir vana görevi uyguluyor. Yani beyin, zihni ve bilinci kontrol altına alarak, insanı normal, gündelik yaşamına adapte ediyor.
Yeni doğan kedi yavrularının, çevresinde hep dikey çizgilerin olduğu bir ortamda büyütüldüğünde ve daha sonra normal ortama bırakıldıklarında yatay olan hiçbir şeyi algılayamadıkları ve ortamda sanki hiçbir şey yokmuşçasına davranarak yatay engellerden geçmeye çalıştıkları, hatta onlara çarptıkları gözlenir.
Bu deneyin doğruluğu açısından, deneyin tam tersi yapıldığında ise yani bu kez kedi yavruları hep yatay çizgilerin bulunduğu bir deney ortamında büyütülüp normal ortama alındıklarında bu kez kedilerin dikey çizgileri algılayamadıkları ve dikey olan her şeye çarpmaya başladıkları görülür.
Örnekten de anlaşılacağı gibi zihin, yalnızca deneyimlenmiş olduğunu tanıyabilir, deneyimlemediği şeyi tanımlayamaz. İşlevi yalnızca bilinenin alanı içindedir, ötesine geçemez.
Zekâ ile akıl arasındaki fark
Akıl, zihinsel etkinliklerin bir bütünlük ve belli ilişkiler sistemi içinde kavranılmasını, nesne ve oluşların adlandırılarak aralarında bağlantı kurulmasını sağlayan; insanın kendi davranışlarını bilmesine ve tayin etmesine yarayan, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırma, düşünme ve önlem alma kabiliyeti ve dirayetidir.
Akıl, içgüdülerle değil, muhakeme yoluyla çalışan; özdeşlik, nedensellik ve çelişmezlik gibi ilkeleri kullanarak sonuca varan düşünme yetisidir.
Zekâ ise düşünce üretme yeteneğidir.
Olaylar ve olgulara karşı kendimizi uydurabilmemizi kolaylaştıran, alışılmamış durumlara uyum sağlama, yaşamda karşılaşılan soyut, somut ve sözel sorunları anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve çözüm bulma yeteneğidir.
İnsan zekâsı, duyularla algılama, geçmiş deneyimlerle adapte olma, bilgi biriktirme, hayal gücü, anlayış, akıl, irade ve bilinç bağlantısından oluşur ve pratikten teoriye, maddeden manaya, somuttan soyuta, özelden genele uzanan sayısız düşünce üretir.
Zekâ bütün bu bağlantı birimleri arasında işlev gören ve fikir üretmek için akla sürekli veri sağlayan bir “bilgi işlem ünitesi” özelliğinde olup; zekâ arttıkça bu bilgi işlemcinin hızı da artar.
Zekâ, insana doğuşuyla verilen bir yetenek olmayıp sonradan kazanılır; en içgüdüsel davranıştan somut, oradan da soyut zekâya doğru gelişir. Bilişsel zekâ 20 yaşına kadar gelişip sonrasında sabit kalırken, duygusal zekâ gelişmeye devam eder.
İnsan, zekâ ile sürekli düşünce üretir. Akıl, zekânın oluşturduğu bu düşünceler içinden en doğru ve en uygun olanı seçer, bu gerçekleri kategorize ederek bilgiye dönüştürür.
Bilgiyi tecrübeleriyle sınar, kurallaştırır ve kesinleşenleri bilimsel bilgi halinde depolar. Bu özelliğiyle akıl, “gerçek” ile “herhangi bir temele dayanmayan görüş”ü birbirinden ayırabilme, bu konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir.
İnsan olgunlaşma yolunda zekâsını geliştirme ve aklını güçlendirme zorunda olduğunu anlar.
Zira akıl durağan değildir. Akıl değişkendir ve akıl bir gelişmenin, bir kültürel oluşumun belirli evresinde ortaya çıkan ve bizzat gelişmeyi yönlendiren bir yeti ve güç olma özelliğindedir.
Bütün düşünce ve felsefe sistemlerinde “mutlak gerçeğe” sadece akıl ve bilgi ile erişebilmenin mümkün olamayacağı, onu idrak edecek bir duyusal zenginliğin gerekli olduğu kabul edilmektedir. Bunun adı da ‘sezgi’dir.
Sezgi, akli alanın dışında sıçramayı yapan zekânın bir gücüdür. Ancak zekânın böyle bir işlevi gerçekleştirebilmesi için de aklın iyi kullanılması lazım.
Bu da mevcut bulgular üzerinde iyi ve derin düşünme ve bundan sonuç çıkarma ile mümkün olabilir.
Peki ya düşünce?
Düşünce, fiziksel olarak ne olduğu izah edilemeyen, kimilerince ‘enerji’ denilen bir şeye insanın bulduğu ortak bir kelime.
Önemli olan şu ki, düşüncelerimizi hiçbir zaman hafife almamalıyız.
Einstein’ın da dediği gibi, “İnsanoğlu ağzından çıkan cümlelerin, beyninden çıkan düşüncelerin bütün evreni dolaşıp, tekrar ona geri döndüğünü bilse eminim daha çok dikkatli olurdu.”
Bu karmaşık konuyu Hz. Mevlânâ’nın şu sözleri ile sonlandıralım:
“Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin / Geriye kalan kemik ve etsin / Gül düşünürsen gül / Diken düşünürsen diken olursun.”