Sadece gözleriyle konuşabiliyor

Güncelleme Tarihi:

Sadece gözleriyle konuşabiliyor
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 25, 2008 00:00

Bir sabah, uyandığında kafasında garip bir ağırlık hissiyle yürüyerek girdiği hastaneden sadece sol gözünü hareket ettirebilir halde çıktı.

Dünyada 4 bin kişide görülen Locked-In Syndrome’a yakalanmıştı. Hareket edemiyor, konuşamıyor ama kafa zehir gibi.

Ali Arif Ersen’in evi İstanbul’da, Nişantaşı’nın en güzel apartmanlarından birinde. Duvarlarının her noktası, çerçevelerin köşesi birbirine değecek şekilde, Akademi ekolünün önemli ressamlarının tablolarıyla doldurulmuş. Bu evde dört kişi yaşıyor. Kendisi de Akademi mezunu ünlü seramik ustası baba Erdoğan, anne Fatma, Türkmen hemşire Cihan ve Ali. Fonda İbrahim Ferrer’in albümü çalıyor.

Bu evde zor bir hikaye yaşandığını biliyorum ama ilk bakışta kahramanlarını göremiyorum. Akciğer kanserinden yeni paçayı sıyırmış baba Erdoğan Bey, tam bir İstanbul beyefendisi, temiz, kibar ve janti. Getirdiğim mor menekşeleri neşeyle alan anne Fatma Hanım espriler yapıyor. Argun, yarı yatay duran tekerlekli sandalyede oturan Ali’ye "Naber baba ya! İyi misin?" diyor. Ali sol gözünü kırpıyor. Bu, evet anlamına geliyor. Hayır demek isterse sol kaşı havaya. Sohbete sanat dedikodusuyla başlıyoruz. Galerileri ve sanatçıları çekiştiriyoruz. Erdoğan Bey, bir müzayede kataloğu açıyor ve soruyor: Bu sence Bedri Rahmi mi Ali, bak bakayım?

HARFLERLE DOLU TABLOSU VE LAZERLİ GÖZLÜĞÜ

Ali, konuşmak istediğinde gözünü harflerin ve sayıların yazılı olduğu beyaz tabloya çeviriyor. Ev ahalisinden biri "Durun yazdırıyor" diyerek hızla tabloyu eline alıp karşısına geçiyor. Başka biri de Argun’un onun için özel hazırladığı gözlüğü takıyor. Bu gözlük tam bir Zihni Sinir icadı. Daha doğrusu Argun’un arkadaşına bir kıyağı. Ali’yi daha az yorarak nasıl hızlı iletişim kurdurabilirim diye düşünürken bu fikri buluyor. Sıradan bir gözlüğün camlarını çıkartıyor, tam ortasına minyatür bir laser pointer yerleştiriyor. Böylece Ali, kafasını minik hareketlerle oynatarak harflerin üstüne geliyor ve kelimeler, hatta cümleler yazıyor. Hem de bütün yazım kurallarına, de’leri da’ları ayırmaya özen göstererek. Babasının gösterdiği katalogdaki Bedri Rahmi tablosuna bakıp şöyle yazdırıyor: "Kesin sahte. Zaten piyasada sahte çok."

HAYATTA ZEVK NAMINA NE VARSA YAŞARDI

"Bu evde Ali’den hiçbir şey gizlenmez. Onun her şeyden haberi vardır. Uymazsa tartışır, karşı çıkar. İsterse onaylar. Ondan bir şey gizlemeye çalışırsanız altında kalırsınız" diyor Argun. Onun için kendi hastalığını bildiği kadar, babasının kanser geçirdiğini de biliyor ve şöyle yazdırıyor: "20 sene Dunhill içtin. Nezle mi olacaktın, tabii kanser oldun." Babayla güzel atışıyor, birbirlerini tatlı tatlı dürtüyorlar.

Madem, Ali’den gizlimiz saklımız yok, ortaya soruyorum: "Ali nasıl biridir?" Erdoğan Bey "Çok hareketlidir. Seyahati çok sever" diyor. Fatma Hanım iyi kalpliliğinden, yaşam sevincinden bahsediyor. Argun entelektüelliğinden: "Muhteşem bir müzik koleksiyonu vardır. Caz, Latin caz ve tango konusunda bir evliyadır. Ya bir de çok keyif adamıdır, hedonistin sözlük karşılığıdır." Ali gülümsüyor ve sol gözünü kırpıyor.

Hastalıktan önce Ali’nin sofraları ve atölyesinde verdiği partiler meşhurmuş. Bir kere haftanın iki günü mutlaka Nevizade’de büyük bir grup toplanıp içerlermiş. Sonra, Ali, Japonya’dan getirdiği malzemelerle suşiler hazırlarmış. Gezermiş, okurmuş, yemeğin en alasını yer, müziğin en bulunmazını bulur, eğlenir, gönlünce sevişirmiş. Yani hayatta zevk namına ne varsa hepsini yaşarmış.

BEYNİNDEKİ LABİRENTTE NELER OLUYOR ALİCİM

Beyaz tabloyu elime alıp yanına oturuyorum. Gözlüğünü gözüne takıp soruyorum: Nasıl hissediyorsun? E-n-k-a-z yazıyor. Argun’un yüzü düşüyor. "Abi niye öyle diyorsun Allah aşkına. Senin ağzından böyle lafları ilk kez duyuyorum. Bak ne güzel sergi açtık. Daha bir sürü resim yapacağız!" Ali şöyle yazıyor: "Sıçarım resme. Üç yıldır felcim. Bıktım."

Anne Fatma Hanım söze giriyor. "Alicim bak yavaş yavaş yutmaya başladın. Nasıl bir anda geldiyse, öyle gidecek bu hastalık!" Ali yazıyor: "Masal!" Erdoğan Bey yetişiyor: "Oğlum, ilk seneyi hatırlamıyor musun, ne kadar kötüydün, şimdi öyle misin?" Cevap veriyor Ali: "Bok değil, kaka. İlk sene komadaydım, onu sayma." Ali, bugün morali bozuk olduğu için filan böyle söylemiyor. Morali iyi. O sadece gerçekçi.

Hastalığın ilk yılı gerçekten çok zor geçmiş. Gazi Yaşargil’in de dahil birçok nöroloğun muayenesinden sonra Locked-In-Syndrome teşhisi konulmuş. Türkçesi "içeride kilitli kalmak" gibi bir şey. Akıl ve ruhun hareket edemeyen bedenin içine kilitlenmesi. Ali, öncelikle Almanya’da bu konuda uzman nadir kliniklerden birine yatırılmış. Bu klinikte her gün başka bir arkadaşı ona refakat ediyormuş. Dakika dakika olanları kaydetmişler günlüğüne. Farklı farklı el yazılarından oluşan yüzlerce sayfalık bu günlükte şöyle notlar var: 26 Mart, 16.30, Ali’ye biraz Edip Cansever okudum. Hoşuna gitti. İlgiyle dinledi. 12 Nisan, 10.00, akciğer röntgeni çekildi, endoskopi yapıldı. Kuşlar belgeselini izledik. Ona terapi gibi geldi, sonra çok rahat uyudu, az öksürdü. 21 Nisan, 22.00, Alicim, beyninin içi bir labirent. Orada neler oluyor? Sen de, bizler de bilmek istiyoruz.

ARKADAŞLARI ONA KİTAP OKUYOR, TANGO YAPIYOR

Günlerinin belli bir ritmi var. Birbirinin aynı gibi görünse de değil. Hemşiresi Cihan’ın yardımıyla uyanıyor. Midesine bağlı bir kanülden sabah kahvaltısını ve ilaçlarını içiyor. Öğlene doğru bir arkadaşı gelip gazeteleri okuyor. Öğlen bir fizyoterapist yardımıyla atıl kalan kaslarını çalıştırıyor. Bu, vücuduna kramplar girmemesi için önemli. Çünkü bu hastalığın bildiğimiz anlamda felçten en büyük farkı boyundan aşağı kısımda his kaybı olmaması. Yani ağrıyı, acıyı hissediyor.

Akşama doğru başka bir arkadaşı geliyor. Bazen bir kitap okuyorlar, İtalyan yazar Italo Calvino Ali’nin favorilerinden. Bazen yeni bir müzik albümünü, bazen de güvenli sularda yüzelim, bildiğimizden şaşmayalım diye Charlie Haden dinliyorlar. Güzel sürprizler de olmuyor değil. Ali’ye en büyük tutkusunu canlı canlı yaşatıyorlar: Keman çalıp tango yapıyorlar karşısında. Dostluğun bu evdekinden daha başka bir tanımı olamaz herhalde. Ali göz kırpıyor, yani evet, onaylıyor.

EN ÇOK NEYİ ÖZLÜYORSUN ALİ

L-ü-f-e-r v-e s-e-k-s

İki ressamla; Ali Arif Ersen (50) ve Argun Okumuşoğlu ile (52) geçirdiğim bugünü nasıl yazarım? Nasıl altından kalkarım? 21 Aralık 2004’ten önce herhangi bir gün olsaydı her şey ne kadar kolay olurdu. Açtıkları sergiyi konuşur, tablolarından bahseder, birer kahve içer otururduk. Ama bugünkü buluşmanın 30 yıllık bu iki arkadaş ve benim için tek olağan yanı ortaklaşa açtıkları sergi; Two For the Road (İki Kişilik Yol). Bu sergiyi üç buçuk yıl önce de yapabilirlerdi. Ama şimdi durum farklı, hayat da. Çünkü artık Ali Arif’in nedeni ve çözümü bilinmeyen bir hastalığı var. Bir sabah, uyandığında kafasında garip bir ağırlık hissiyle yürüyerek girdiği hastaneden sadece sol gözünü hareket ettirebilir halde çıktı. Dünyada 4 bin kişide görülen Locked-In Syndrome’a yakalanmıştı. Bütün vücudu, soluk alıp verme ve yutma gibi düşünmeden yaptığımız motor fonksiyonları bile felç eden, tıp dünyası için muamma bir hastalık. Hareket edemiyor, konuşamıyor ama kafa zehir gibi. Söylemek istediklerini hükmedebildiği tek organı olan sol gözünü kullanarak söylüyor. "Gözleriyle konuşuyor" bu yazıda romantik bir anlamda kullanılmıyor anlayacağınız. Lafın gelişi değil, gerçek. O, hayata böyle müdahale ediyor. Ediyor mu, ediyor. Ayvalık zeytinyağından, en güzel mojito tarifine, oradan Türkiye’deki resim piyasasına kadar her şey hakkında fikrini söylüyor ya da mesela müzik bitti yeni CD koyun diyor. Ali Arif’i anlatacağım size. Eski ve yeni hayatını. Dostluğun, inadın, espri anlayışının, asaletin, entelektüelliğin, aklın, gerçekçiliğin ve direncin ne olduğunu. Yani bugün, bu evde ne gördüysem aynen anlatacağım. En doğrusu bu.

Dalgıç ve Kelebek’i bir kere izledi ama yetmedi

Ali’nin hastalığının aynısına yakalanan eski Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin hikayesi ABD’li yönetmen Julian Schnabel tarafından filme çekilmiş, birkaç ay önce Türkiye’de Dalgıç ve Kelebek adıyla vizyona girmişti. Bauby de iletişim kurmak için aynı Ali’nin kullandığı gibi harflerden oluşan bir tahta kullanıyordu. Bu yolla yaşadıklarını bir kitap haline dönüştürmüştü. Bir gün Argun, Ali’ye gazeteyi okurken bu filmin eleştirisini gördü. Okumak istemedi ve sayfayı çevirdi ama Ali diretti. Çünkü uzaktan okuduğu kadarıyla konunun Locked-in Syndrome’la ilgili olduğunu anlamıştı. Israr etti, Argun okudu. Sonra da filmi izledi. Üzülmedi, sarsılmadı. Şimdi bir kez daha izlemek istese de Argun "Aaa yeter abi izledin işte bir kere" deyip izin vermiyor.

İKİ KİŞİLİK YOL

Ali’ye soruyorum: "Argun’u çok mu seviyorsun?" Gözünü kırpıyor. Argun, sevmese de olur, bizim arkadaşlığımız başka türlü diyor: "30 yıldır mesela hiç sarılıp öpüşmedik. Ali öyle sırnaşmaları pek sevmediğinden mi, her gün görüştüğümüz için mi bilmiyorum. 1978’de Akademi’de Özdemir Altan’ın atölyesinden mezun olmuştuk. Altınoluk’ta bizim yazlığa gittik. Akşam üstü başladık içmeye. Gece yarısı olduğunda sadece Yunan kanallarını çeken küçük radyodan bu şarkı senin, sonraki benim yapma noktasına gelmiştik. Ali bana "Hangi şarkıyı dinlemek istersin, içinden ne geçiyor" diye sordu. Ben de Beatles dedim. Peki ya sen? Ben de Frank Sinatra. Bu konuşmanın üstüne Yunan radyosunda Frank Sinatra çalıyor ve Beatles’tan Yesterday’i söylüyordu. Donup kalmıştık. İkimizin dostluğunun gücünü bu komik anda anlamıştık. Bu serginin başlığını, ’İki Kişilik Yol’u en iyi bu anı anlatıyor."

Bu sergide Argun Okumuşoğlu, Ali’nin daha önceden Arjantin, Küba ve Saraybosna’da çektiği fotoğrafların üstüne resimler yapmış. Bir çoğuna Ali’nin portresini çizmiş. Ali sergi için bir de özel müzik CD’si hazırlamış. Uzmanlık alanı Latin caz ve tango parçaları var. Sergiyi gezenlere hediye ediliyor.

*Ali Arif Ersen ve Argun Okumuşoğlu’nun sergisi Two For The Road bugün Dolmabahçe G-Mall içindeki G-Art’ta izlenebilir. Tel: 0212 296 08 76 - 0212 219 91 77
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!