Nedim GÜRSEL
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 17, 2010 00:00
Okulda Türkiye coğrafyasını okurken Niğde’yi “İğde” diye algıladığımı, kabuğunu elimle ovuşturduktan sonra yediğim o kuru, muz tadındaki küçük yemişi bu kentle özdeşleştirdiğimi anımsıyorum. Yıllar geçti aradan, ben büyüdükçe, yollara düşüp yeryüzünü arşınladıkça dünya küçüldü. Niğde yolundayım işte ama görünürde ne iğde ağaçları var ne bir yeşillik.
Kapadokya’dan sonra bozkır uzayıp gidiyor alabildiğine, öyle dümdüz, sarı ve sessiz. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarlar’nda yazdığı gibi “Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı.” Derken Niğde, kalesi ve Selçuklu kümbetleriyle dikiliyor karşıma. Dağlar, güneye doğru aşılmaz bir duvar oluşturuyor. Turistlerin uğramadığı bir kentteyim, oysa salt Alaaddin Camii’ni görmek için bile bu kuytu Anadolu kentine gelmeye değer. 1223 yılından kalma cami bodur minaresi, kesme taş duvarları ve giriş kapısının üzerindeki kabartmalarıyla İslâm mimarisinde bir istisna sayılabilir. Kabartmalar saçları örülmüş, yuvarlak yüzlü kadınları tasvir ediyor çünkü. Selçuklu’nun Orta Asya kültürüyle bağını koparmadığının kanıtı bu figürler. Bir caminin girişine kazınmış olmaları da oldukça şaşırtıcı. Zaten gözleri oyulmuş, hoyrat ve fanatik ellerin hışmına uğramışlar. Neyse ki aynı eller, herhalde o kadar yükseğe ulaşamadıkları için, Anadolu’da gördüğüm kümbetler içinde en alımlısı, en görkemlisi olan Hüdavent Hatun Türbesi’ndeki kabartmalara zarar verememişler. Çatının hemen altından başlayan süslemelerde yırtıcı hayvanlar kanatlanmış uçmakta. İnsan başlı kuşlar da var, Selçuklu sanatında sıkça rastladığımız aslanlar da. Kötülüğün güçleri seferber olmuş korku salmakta insanlara. Cehennemin yakınlığını ve yakıcılığını anımsatmaktalar belki, belki de her türlü yaratığın Tanrı katında bir değeri olduğunu.
İŞGÜZAR BELEDİYENİN MEYDANDAKİ BÜSTLERİSelçuklu yıkılıp gittikten sonra, Beylikler dönemi boyunca Karamanoğulları’nın yönetiminde kalmış Niğde. Kale onarılmış, çok sonraları bir saat kulesi de eklenmiş kentin simgesi olan bu tarihsel yapıya. Ne var ki çevreye gelişigüzel yapılan kahveler bu güzelim dekorun da, başka yerlerde olduğu gibi, canına okumuş.
Kentin merkezinde soluk alabileceğiniz, gölgede bir şeyler içebileceğiniz bir park var. Ama onun da tam önünde, işgüzar (belki de bozkurtçu) belediyenin girişimiyle dikilen büstler insanın keyfini kaçırıyor. Türk başbuğlarının, Mete Han’dan Osman Bey’e, Atilla, Bilge Kağan, Cengiz Han, Alpaslan, aklınıza ne gelirse hepsinin büstleri yanyana dizilmiş; miğfer ve sarıklarıyla güneşte kızarmaktalar.
Atatürk’ün kalpaklı büstüyle sona eren 20 figürün altında şu ibare okunuyor: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Neymiş acaba bu “büyük işler?” Dünyayı yeniden fethetmek mi, “iç ve dış düşmanları” yok etmek mi? Ya da “damarlarında mevcut olan asil kan”ın da kaynamasıyla bir türlü Türkleşemeyen Anadolu’yu Türkleştirmek mi? Bu soruların yanıtını merak etmeden, Niğde’yi ardımızda bırakıp devam ettik yola. Tarsus’a gün batmadan varmamız gerekiyordu. Pavlus’un doğduğu kent bizi bekliyordu ama, orada azizin yaşadığı çağdan ona atfedilen bir Roma kuyusunun ve hamam yıkıntılarının dışında hemen hiç bir iz kalmadığını henüz bilmiyorduk.
AHMED KUDDÛSİ TÜRBESİ’Nİ MAHKUMLARA AÇTIRMIŞLAROkul yıllarımda, “iş işten geçti” anlamında kullandığımız çok yaygın bir deyim vardı. “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye.” Buradaki “Bor”u da, Niğde’nin bir kasabası değil “boru” olarak anladığımdan çoğu arkadaşlarım gibi ben de, “artık çok geç” yerine “ Geçti borunun pazarı sür eşeğini Niğde’ye” derdim, gecikmiş bir isteği geri çevirdiğim zaman. Elbette Bor’un ünlü evliyası Ahmed Kuddûsi’nin varlığından haberim yoktu o yıllarda. Birkaç kez Hicaz’a giden, peygambere yakın olmak amacıyla Medine çöllerinde inzivaya çekilen, orada bir ceylânın her sabah kendisine getirdiği sütle yetinen, düşmanlarına inat ne Bor’un pazarına ne de camisine giden, müridlerin dediğine bakılırsa cuma namazlarını Mekke’yi Mükerreme’de kılan bu zat-ı muhteremin türbesini ziyarete hazırlanıyordum ki, eski türbenin yerinde yeller estiğini, Kuddûsi’nin de her ölümlü Müslüman gibi alçakgönüllü bir mezarlıkta yattığını öğrendim. Türbe trafiğe engel olduğu gerekçesiyle kaldırılmış, ama söylentiye bakılırsa, bu işe kalkışan belediye yetkililerinin başına da gelmedik belâ kalmamış. Aslında hiç kimse, günlüklerinin artırılacağı vaadiyle kandırılmak istenen işçiler bile türbeyi yıkmaya razı olmayınca hapisaneden getirilen mahkûmlar girmiş devreye. Kabir açıldığında Ahmed Kuddûsi hazretlerinin Niğde bezinden dokunmuş kefeninin hâlâ bembeyaz ve lekesiz olduğunu görüp yaptıklarına bin pişman olmuşlar. Ve o yaz sıcağında hava birden kararmış, amansız bir sağanak dam saçak demeden Bor’un bağrına çivilemiş öfkesini. Pazar da bir anda dağılıvermiş.
Merak edip Kuddûsi hakkında bir kitap edindim yolda okumak üzere. Kara ve kalın ciltli, saman kâğıda basılmış kitapta Divân’ından seçilmiş birbirinden güzel şiirler, örneğin Hicaz serüvenini dile getiren şu dizeler (Çıktım vatandan gittim Hicaz’a / Dağ-u çöl bana gülizâr oldu / Vahşi ahular gibi insandan / Kaçmak bana bir hoşça kâr oldu) yoktu yalnızca, vasiyetnamesi de vardı. “Gece vefat edersem, gasl edip sabah namazının akabinde birkaç komşu ile cenaze namazımı kılıp, Eski Mezarlık’da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın” diye vasiyet etmişti. Oysa kabri vasiyet ettiği yere nakledilene dek kentin ortasında kalmıştı yüz yıllar boyu. Demek ki şeyhin son arzusunu bile yerine getirmemişti şeyhden daha fazla şeyhci olan müridleri. “Biz uçmayız müridler uçurur” sözü de, hiç kuşku yok onlar için söylenmişti. Onlara, yolda giderken “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye!” demek geldi içimden. Dedim de, ama bilmem duyan oldu mu?