Güncelleme Tarihi:
Çok yargılandım ama hayatımda mahkumiyetim yoktur. 12 Mart döneminden sonra çatışmalara karşıydım. Dev-Genç’in muhtelif konulardaki gizli toplantılarına katılırdım. Üç çocuklu bir adam için pek tavsiye edilecek bir şey değil tabii! O toplantılarda hiç yakalanmadım. Not defterime kız meselesi ve örgüt meselesi yazmam. Çıldırdım mı? O meseleler yazılmaz! 12 Mart döneminde gençler geldiği vakit konuşmazdım, küçük kağıtlara yazarlardı. Benim usulümdü. Ben de yazarak cevap verirdim. Sonra sobaya atardım hepsini. Yürürken de hep dikkatliyimdir.
MİLLİ EMNİYET KATLETTİ
Sabahattin Ali, 1948’de Rusya’ya kaçmak niyetinde değildi. Bulgaristan’a, oradan Almanya’ya geçecekti. Cin gibi adam Sabahattin. Hapishanede tanıdığı Berber Hasan vasıtasıyla Ali Ertekin’le şöyle bir anlaşma yapıyor: Ali Ertekin, Berber Hasan’a gelip bir kart verecek, parasını öyle alacak. Kartvizitte Sabahattin’in yeşil mürekkeple atacağı imzasında nokta varsa ya da yoksa ben anlayacağım ki kaçtı yahut kaçmadı. Çünkü bende eşi Aliye’ye yazdığı veda mektubu ve yakın arkadaşı avukat Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı mektupla sınıra gittiği kamyonunun bütün belgeleri var. Arkadaşım Faruk ile Berber Hasan’ın dükkanına gittik. İki berber var. Hangisi Berber Hasan bilmiyorum. Ben imalı bir konuşmaya başladım. Öteki berber eliyle aynadan sus işareti yaptı. “Kuzum para verirken cebimden bir kartvizit düşürmüşüm, üzerine yeşil mürekkeple bir imza vardı” dedim. “Bakayım” dedi. Perdenin arkasına gitti, geldi, “Bu mu” dedi. Sabahattin’in kartı! Teşekkür ettim alıp çıktım. İmzada nokta vardı! Bulgaristan’a geçtiğini sandım. Aliye, Ankara’da oturuyordu, elden yolladım mektubunu. Demek Sabahattin, Bulgaristan hududunu geçtiğini zannetti. Milli Emniyet oraya iki-üç köylü koymuş herhalde. Hıfzı Topuz yıllar sonra, öldürülmesi emrini verenin Nihat Erim olduğunu yazdı ama ben bilmiyorum.
Sol ve Atatürkçü bir muhitte büyüdüm
AİLEM
Bir kere resim koleksiyoncusu değilim, depolamak görevindeyim. Benim doğuştan bir özelliğim var. Amcam Sedat Nuri, büyük dayım Ali Dino önemli karikatüristler. Dayım ve amcamın arkadaşı Namık İsmail, güzel sanatlar akademisi başkanı ve mütarekeden sonra kurulan ilk sosyalist partinin genel başkanı. Babam da aynı partiden ve Atatürk’ün yakın arkadaşlarındandı. Ben 28 Mart 1920’de İsviçre’de doğdum. Babam, paşanın emriyle gitmiş oraya. Mütarekede hep beraberler. Babam 1923-24’te sürgün edilmiş. İstiklal Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra birkaç defa çağrıldı gitmedi. Atatürk’ü severdi ama küsmüştü. Ziyad Ebüzziya kuzenimdir, Abidin Paşa dedem. Ali Fuat Cebesoy akrabam. Sol ve Atatürkçü bir muhitte büyüdüm. Evde üç ressam bulunuyordu; Sedat Nuri, Arif Dino, Abidin Dino. Oğlum ressam, amcamın oğlu da resim yapardı. Avni Arbaş, mektep arkadaşım. Resim ortamında büyüdüm.
Rumca olmazsa kızlarla konuşamazsın
ÜÇ DİL BİLİRİM
Fransızca bilirim, İngilizce okurum, Rumca konuşurum. Yeniköylüyüm. Yeniköy bir Rum köyüdür. İlk 10 senem orada geçti. Osmanlı bürokrasisinin yalıları vardı. Ben de yalıda büyüdüm. Aşçısı, hizmetçisi, balıkçısı, kasabı hepsi Rum’du. Osmanlıca konuşmazlardı, bilmezlerdi. Kızlar var ama Rumca bilmesen nasıl konuşacaksın onlarla? Atina’ya gittiğimde Rumcama hayran oldular.
Beni öpen adam beni ihbar etmiş
İŞ HAYATI
Benim tahsille alakam yoktu. Bütün derdim parti işleriydi. Partiye 1942’de girdim. Askerden gelince serigrafi şirketi kurdum. Değişik işlere girdim, inşaat şirketinde çalıştım, dinamit tıpası nakliyatı yaptım. İşkencedeyken bu dinamit meselesini sordular. ‘Nasıl olur da bir komünistin bunu yapmasına izin verirler’ diye. Bir gün inşaat şirketinin asansörüne bindim. Sınıf arkadaşım İzzettin, mühendis olmuş. Senelerce görmemişiz birbirimizi, sarıldık sohbet ettik. Sonra gitmiş patronlara “Rasih komünisttir nasıl iş verirsiniz bu adama?” demiş. Beni öpen adam beni ihbar etmiş!
Bir ütopya değil gerçek
SOSYALİZM
İki rejim arasında 1924-27’ye kadar mücadele oluyor. Stalin iktidarında parti ve devlet bürokrasisiyle işçi ve memur arasındaki maaş farkı birden yüze kadar çıkıyor. Üst düzey için ayrı mağaza, ayrı hastane, ayrı yollar yapılıyor. 1927’den sonraki bu rejimin sosyalizmle alakası kalmamıştı. ‘Bürokratik sapma’ diyorum ben. Sosyalizm bir ütopya değil gerçek. Ama o gerçek, 1927-29’da bitiyor. M.Ali Aybar, Engels’in “Tahrif edildi” diye kıyamet kopardığı yazıyı bastırdı, “Yeni politikamız bu” dedi. Ben de Trabzon’da çıkan Sömürüyle Savaş dergisine ‘İnsan Marksizme karşı olabilir ama Marks’ı ve Engels’i tahrif edemez’ diye yazdım. İlk İşçi Partisi’nden ihraç edilmemin asıl sebebi bu. Behice Boran bizi tutsaydı o meşhur dördüncü kongredeki olaylar olmazdı. Parti ‘Kürtçülük’ten kapanmazdı. İşçi Partisi yeniden kurulduğunda girdim, o da kapatıldı. TBKP’ye, Behice’nin partisi girdim. Sonra ayrıldım oradan. Birleşik Sosyalist Parti’yi onlar kurmuşlardı oraya girdim. İkinci partiden saptı diye yine istifa ettim. En yaşlı üç kişi kaldık. Mihri Belli, ben ve Yüzbaşı Abdülkadir yani Vedat Türkali. 42’den, hatta 36’dan beri TKP üyesiyim.
Lenin de severdi Atatürk’ü
İLK YAZIM
Bizim evde o zaman yazılan bütün sol kitaplar vardı. Troçki’nin kitapları da. Onları okuyarak büyüdüm. İlk yazım Atatürk ile tanışmam hakkındaydı. Cumhuriyet’in 10. yılında Servet-i Fünun’da çıktı. Galatasaray talebesiydim. Atatürk’ü severim. Aslına bakarsan Lenin de severdi Atatürk’ü. Ticari Birlik ve Yeni Adam’da yazılarım çıktı. Yeni Dünya gazetesine girdim. Tan olayı dört gün sonra vuku buldu. Birçok gazete yakılıp yıkıldı. Babam öldüğü için o gün orada değildim. Sonra Gün dergisinde yazdım. Çeviriler dahil 20 civarında kitabım var. İki hazır kitabım, hazırlamakta olduğum dört-beş kitap var. Ömrüm yeterse yayınlanacak. Yaş faktörü de var. Bilgisayar kullanıyorum ama eski hızım yok artık.
Bir darbe daha istemiyorum halkın oylarıyla gitsinler
ARŞİV MERAKI
Arşivim o kadar büyüdü ki yakında beni evden kovacak. Cumhuriyet gazetesi, beni ve 90’lık üç kişi daha bulmuş. Büyük Londra Oteli’nde topladılar bizi. Bir gün hatıratımı yazmak söz konusu olursa vurucu örnek olarak bunu koyacağım. Cumhuriyet’in pazar ilavesinde çıktı. Ağzımdan eksik ve doğru bir şey çıktı, cuntacı oluverdim. Diyorum ki, “Evimdeki arşivimi kitap ve resimleri, Türkiye İşçi Partisi’ne vasiyet ettim. 12 Mart geldi, partinin kütüphanesi ve arşivi SEKA’ya gönderildi. Derhal ikinci bir vasiyetname yazdım, bu defa arşivimi DİSK’e bıraktım. 12 Eylül geldi, DİSK’in arşivi de SEKA’ya gitti. Ben de vasiyetname yazmaktan vazgeçtim. Yine de arşivimi AKP’ye mi bıraksam diye düşünüyorum.” Şimdi bir daha darbe olsun istemişim gibi oldu. Yeni vasiyet yazmadım, bir darbe daha istemiyorum! Halkın oylarıyla gitmelerini istiyorum.