Güncelleme Tarihi:
Oraya, o gönül tahtına en layık olan kişiyi…
Birini niye herkesten çok ama daha çok severiz?
Sevgilinize neden aşıksınız düşündünüz mü hiç?
Gözleri güzeldir ya da gülüşü. Gerçek kılmıştır çünkü en güzel düşü.
Sözleri anlamlıdır ya da yaptıkları. Varlığıyla bile hayatınıza kattıkları...
O yanınızdayken, yalnızlığın ve hüznün büzüştüğü…
Sevginin, aşkın, şefkatin, tutkunun, inceliğin, dostluğun mutluluk ahengi içinde gülüştüğü…
Kokusu, dokunuşu, kahkahası, zekası, hayata bakışı, anlayışı, tutkusu, zevkli oluşu, mutluluktan uçuruşu…
Bu saydıklarım bizi yıldızlarla el ele tutuşturur.
Hatta bulutlar ayaklarımızın altında kalır.
Yalnızlık ve hüzün kül olur, duygular aşk şöminesinde sevgi çıtırtılarıyla yanarken.
Güneş bile erir, kalbimizdeki aşkın sıcaklığı karşısında.
Bunlar çok sevdiğimiz sevgilimizin, aşkın görünen yüzüdür.
Peki ya işin görünmeyen yüzü!
Yani ruhumuzun semalarında uçan duygularımızı, zarif sevgi kurdelesiyle bağlayıp kalbimizi, bizi çok seven kişiye hediye etmekle başlamıyor olay. Ya da onun kalbini bize hediye etmesiyle de…
Asıl aşk görünmeyendedir diyorum!
Aşık olduğunuz kişi, yukarıdaki saydıklarımı yaşatmasının yanı sıra bir şeyi ama aslında en önemli şeyi görüp yaşatabiliyor mu size?
Neyi diyeceksiniz.
Ruhunuzu!
İşte asıl aşk o zaman başlıyor.
Gerçek sizi yani ruhunuzu görüyorsa bir kişi, ‘Aşk’ kelimesinin her bir harfi, o büyülü tanımın karşılığını işte o zaman veriyor.
Bu kişi eğer;
Aynanın diktatörlüğüne boyun eğmeyen güzelliği yani ruhunuzdaki inceliği, o kuytudaki renk nüanslarını görüp, fark edebilen…
Görülmeyen masumiyeti hissedebilen…
İçinizdeki saf ve de o deli dolu çocuğu sarıp sarmalayabilen…
Ruhunuzun içinde saklı olan inciyi yani gerçek sizi görebilen…
Bir bakışıyla sizi anlayabilen…
Sözler sustuğunda sizin ruhunuzla konuşabilen…
Pırıl pırıl, coşkun ırmaklar gibi kalbinize, içinize akan…
Bedeninizde can, damarınızda dolaşan kan…
Karanlık odanıza mehtap gibi doğan…
Sizi sevgi şelalesinde coşkuyla çağlayan aşkla boğan…
Geceleri yıldızlara eş olan, gündüzleri güneş gibi aydınlatan, gözünüzü alan…
Eliyle değil, bakışıyla, ruhuyla dokunan…
Özleyen kollarınıza usulca sokulan…
Derdinizin dermanı, sevginizin fermanı olan…
Tutkunun harelerini yıldızlara sararak size yeniden hayat verip, onun teninde çiçek açtığınız ruhunuzu kendi ruhuna bir nakış inceliğinde işleyen…
Kalbinizdeki her atışa bir şiir olan…
Sevdası teninize yazılan…
Bir tek o okudukça derinleşen…
Yetmeyen…
Varlığıyla bile sizi yücelten…
Hayatın daha önceki açtığı yaralarınızı, sevgi ve tutkuyu harç yaparak iyileştiren…
Gönlünüze aşkın büyük bestesini yazan...
Sevdanın baladını ruhunuza haykıran…
İçinizdeki rönesanslara tanıklık ederek, kalbinizin, ruhunuzun en kuytusuna dokunan…
Sizinle, çiçekli ve renk cümbüşü misali yaşama güzel ve sahici pencereden bakan…
Güldüğünüzde gülen, keyifsiz olduğunuzda süzülen…
Yanınızda yokken, siz ağladığınızda ağlayan, kirpiğinize hüzün değse üzülen…
Gözlerinizden değil yüreğinizden öpen…
Ruhunuzun üşüdüğünü anladığı an gelip sizi ısıtan…
***
Ruhumun üşümesinin geçmesini bekleyip uykuya daldığımda sabah olmak üzereydi.
Ruhum üşümekle kalmamış, anaforlara kapılmıştı.
Karmakarışıktı.
Öğlene doğru uyanıp, kendime gelme mücadelemden sonra bu kadar karışıklığın arasında daha da kaybolmak için olsa gerek İstiklal caddesinin akan kalabalığına karışıyorum.
Daha da kaybolmak için…
Belki de yok olmak için…
Kimbilir…
Caddede ve aynı zamanda içime yaptığım yolculuğun dönüşünde bir cafeye giriyorum.
İçimi, ruhumu ısıtmak için sipariş verdiğim, aşk tadındaki sıcak çikolatadan ilk yudumu aldığımda, yağmur yağmaya başlıyor usulca.
Boğazım düğümleniyor.
O an anlıyorum ki…
Benim yerime, içinde bulunduğum karmakarışık halime ağlıyor gökyüzü.
Yanağımdan süzülen yaşlara eşlik ediyor, cafenin camından süzülen yağmur damlaları.
Ne olduysa o an oldu işte!
O anki yağmura ve hüznüme tuhaf bir huzurun ortaklığıyla başlayan...
Anlatılmaz bir duygunun gelip de kalbime işlediği…
Aklıma düştün bir anda!
‘Ne yapıyorsun, nerelerdesin şimdi’ diye içimden sorarak…
Yanımda olmadığın için her şeye düşman olarak…
İçimden mutluluk gözyaşları çağladı, gökten çağlayan yağmur yerine.
Senin için ağlıyordum belli ki.
O an farkına vardığım gerçeğe yani ruhuma işleyen senin için aktı bu kez sevinç, aşk gözyaşları olarak.
Aşkı ve bizi anlatan, ruha dokunan, melodisiyle alıp bir yerlere götüren daha ne şarkılar dinlenecek beraber, daha ne filmler tartışılacak izledikten sonra, hayata dair neler neler konuşulacak daha.
Sahnenin tozunu yutan oyuncuların canlandırdıkları karakterlere bürünüp, oyunun sonunda da verilen selamın izini alkışların yankısı olarak bırakacağımız, hayatın sahnelendiği ne tiyatro oyunlarına gidilecek daha.
Çalgıların; yumuşak, neşeli, süslü iniş çıkışlarla başladığı müzik şölenine… Ve bu şölenin kâh yalvarış, kâh coşku, kâh hüzün, kâh sevgi ya da teselli verircesine, çalgıları bir arada tutan melodileri, yorgun ama mutlu ezgilerle birbirini tamamlayıp zafere ulaştığında, zaferle sona eren melodileri, bir aşığın aşk için verdiği savaşları anladığımızı belirtircesine, selamla ayakta alkışlayacağımız ne resitallere, senfonilere gidilecek daha.
Seninle ortak yaşayacağımız ne varsa, paylaştıkça daha da çoğalacağına eminken…
Seninle aşk ve hayat bu kadar dolu doluyken…
Tutkuluyken…
Dışarıda yağmur yağıyor, sen ve anıların da kalbime…
Zemheriye inat ruhum ısınıyor.
E hal böyleyken…
Seni içimde hissediyorum.
Bitmedi, dahası da var!
Ruhunu görüyorum en çıplak haliyle!
İçindeki o nahif çocuk tiz çığlıklarla haykırıyor bana.
Aşkla ve tutkuyla…