Güncelleme Tarihi:
İsmail Türkmen
Sex and the City’yi izledikten sonra aklıma ilk gelen soru şu oldu: “Acaba yapımcılar bu filmi hangi türe dahil ederek sunuyorlar?” Çünkü sonuçta bir sinema filminin başarısı biraz da türünün özelliklerini karşılayıp karşılamamasıyla ilgilidir. Hemen internetteki resmi sitesine baktım ama sorumun yanıtı orada yoktu. Fakat çeşitli sitelerde film genellikle “romantik komedi” olarak sınıflandırılıyordu. Kafamda böyle bir sorunun oluşmasının nedeni de buydu zaten. Türüne ilişkin bu veriyi doğru kabul ederek söylüyorum – çünkü yapımcılar yepyeni bir tür denemesi yapmış olabilirler ve belki de ben filmin ne kadar değerli olduğunu ancak yıllar sonra anlayabilirim – Sex and the City, benim izlediğim son 100 film arasında ilk 90’a giremez.
Bir defa çiftler arasında yaşanan inişli çıkışlı ilişkileri beyazperdeye yansıtmak “romantik” olmayı garanti etmiyor maalesef. En basitinden, izleyici, kendisine anlatılan hikayede inandırıcılık görmeli. Örneğin bir erkek, filmin daha önceki hiçbir saniyesinde karşılıklı bir çift laf bile etmediği bir kadının tek bir lafıyla hem de son dakikada nikah masasına gitmekten vazgeçiyorsa burada ciddi bir inandırıcılık sorunu vardır. Düşünebiliyor musunuz, yarın nikahınız var ama daha önce neredeyse hiç tanımadığınız bir kadın sırf size “Evlenmeniz büyük hata” dediği için evlenmekten vazgeçiyorsunuz. Burada inandırıcılık unsuru, tavsiyede bulunan kadının (kocası kendisini aldattığı için evliliğe inancı kalmamış bir kadının) içinde bulunduğu durumdan ziyade o kadının öğüt verdiği erkek için ne kadar “güvenilir” bir tavsiyeci olduğuna bakar. Hatta zaten kocasının kendisini aldatmasının şokunu yaşayan bir insanın o anki önerisi özellikle dikkate alınmaz çünkü bir kriz anında söylenmiştir. Dolayısıyla eğer filmin başrolündeki tek erkek olan Mr. Big (Chris Noth) sokakta yürürken kafasına gerçekten bir saksı düşse ve bunun üzerine evlenmekten vazgeçseydi o zaman olay benim için daha inandırıcı olurdu.
OYUNCULUKLAR ZORAKİ
İşin komedi tarafına gelirsek burada filmin romantizmine rahmet okumamız gerekecek. Sadece “komik olarak sunulan” üç unsuru aktarıp filmin “espri” anlayışı hakkındaki kararı size bırakacağım. Filmin ana karakteri olan moda yazarı Carrie (Sarah Jessica Parker), Mr. Big’in nikah masasından çark edişinin yasını tutarken bir süre gülmeyi de unutur. Sizce Carrie’ye gülme orucunu bozduran olay ne olabilir? Soru çok zor farkındayım, dolayısıyla cevabı ben vereyim: İshal olan canciğer arkadaşı Charlotte’nin (Kristin Davis) tuvalete yetişemeden altına kaçırması. İkinci komiklik ise büyük bir deha ürünü. Havuz başında güneşlenen bikinili bir kadın düşünün. Bir anda neredeyse kocaman ekranı kaplayacak şekilde kadının burnunun ucuna doğru diklemesine uzatılan bir “cisim” görüyoruz. Bu cisim bir erkeğin mayosunun içinden uzandığına göre penis olmalı diyorsanız kendinizden utanmalısınız. Evet, kadın adamın mayosunun içine elini atıyor ve oradan bir mücevher kutusu çıkarıyor. Eğer buna da gülemediyseniz filmin sanırım en az 4 ayrı sahnesinde tekrarlanan bir “komikliğe” mutlaka gülersiniz: Nerede yumuşak bir yastık görse hemen Yeşilçam’ın Coşkun’u gibi atlayıp tecavüz eden bir köpek.
Bu kadar düzeysiz gülünçlükler, cinselliği ve genelde hayatı yeni öğrendikleri için yetişkinlerin iğrenebildiği şeylere gülebilen yeniyetmeler için yapılan gençlik komedilerinde bile bu sıklıkta zor görülür. Halbuki söz konusu olan bir romantik komedi ve oyuncular da ellisine merdiven dayamış kadınlar.
SİNEMA DERGİSİNE KAPAK OLUR MU
Filme verilen arada, görüşlerine değer verdiğim çok deneyimli bir sinema yazarının sözlerine kulak misafiri oldum. Yanındaki arkadaşına, senaryoyu yazanın güçlü bir kaleminin olduğunu ve dizinin tarihini iki dakikada çok iyi özetlediğini söylüyordu. Gerçekten de 94 bölümün iki dakikada özetlenmesi bir başarıdır. Ama burada gözden kaçan bir şey var galiba. Bildiğim kadarıyla Sex and the City dizisi, özetleme işlemine tabi tutulacak bir şey değil ki zaten. Tam tersine, iki dakikada anlatılabilecek bir konunun alabildiğine “şişirilmiş” halinden ibaret.
Bu arada çok yadırgadığım bir duruma değinmek istiyorum. Mayıs ayı itibarıyla yayın hayatına başlayan sanal sinema dergisi cinedergi.com’un ikinci sayısının kapağını ilk gördüğümde inanamadım. Filmin başrolündeki dört kadının kapağın neredeyse tamamını kaplayan resminin üzerine kocaman harflerle “GELİYORLAR...” yazılmış. Jeneriğinde adı geçen isimlerin belki de tamamı esasen TV dizileriyle bilinen bir filmi böyle nümayişle karşılamak sinema adına pek de iyi bir haber olmasa gerek. Bu düşüncemi, “sinemayla yatıp kalkan” dergi yöneticilerine bir sitem olarak aktarmak istiyorum.
Son olarak bu yazının başlığının otokontrole takıldığını söylemeliyim. Eğer filmdeki espri anlayışıyla aynı düzeyde yazı yazmayı içime sindirebilseydim başlık farklı olacaktı. Ama yapımcılar filmin ikincisini çekecek olurlarsa o zaman kafamdaki başlığı – ki İngilizce – filmin ismi olarak onlara önereceğim.